Öyle anlar vardır ki insan hayatında; nefesiniz kesilir, yüreğiniz sıkıldıkça sıkılır. Sanki dünyanın yükünü tek başınıza taşımış gibi yorgun hissedersiniz. Bacaklarınızı kıpırdatmak zor gelir. Elinizi kaldırmak, hatta gözlerinizi oynatmak bile yıpratıcı bir iş haline dönüşür.
Çaresizlik duygusu, haksızlığa uğramışlık hissi, isyan etmek isteği ve daha nice duyguyu aynı anda yaşar; duygular arasındaki muazzam geçişlerle nefes nefese kalacak kadar yorulursunuz.
Bugün ben de böyle bir ‘yorgunluk’ içindeyim.
Yorgunluğumun sebebiyse, televizyon ekranlarına yansıyan ‘zorbalık’ ve ‘zulüm’ görüntüleri…
Vatandaşın güvenliğini sağlamakla görevli polisler, savunmasız TEKEL işçilerine yapılmadık işkence bırakmıyorlar. Küçücük bir alana sıkıştırılmış masum işçiler; evlerine ekmek götürmeye devam etmek istedikleri için polis postallarıyla eziliyorlar.
Hükümet, elinde ne var ne yok hepsini Abdi İpekçi Parkı’na yığmış; Ankara’nın ayazında tazyikli su sıkarak, gaz bombası atarak, biber gazı kullanarak, ‘insaf’ diye bağıran emekçileri dağıtmaya uğraşıyor.
Bir türlü anlam veremiyorum gördüklerime.
Ne tür bir anlayış, soğuktan tir tir titreyen insanların üzerine tazyikli su sıkar?
Nasıl bir vicdan, sadece sesini duyurmak isteyen insanları biber gazına boğar?
Dünyada ki hangi demokratik iktidar, işçilerle dayanışma gösteren muhalefet milletvekillerini dövdürür polislerine?
Bu kadar mı kör olur bir hükümet?
Ama oluyor işte…
‘Korku İmparatorluğu’ kuruluyor, ‘kulluk’ sistemi egemen kılınmak isteniyor; sendikalar olmasın, hak aranmasın, muhalefet yapılmasın diye uğraşılıyor.
İstiyorlar ki; diller mühürlensin, biat kültürü yüreklere yerleşsin.
İstiyorlar ki; işçiler sussun, öğrenciler konuşmasın, işsizler isyan etmesin ve onlar, canları çektiği gibi ‘at oynatsınlar’ her yerde.
Bu yüzden dövülüyor TEKEL işçileri. Hükümet, TEKEL işçilerinin üzerinden bütün topluma meydan okuyor, mesaj veriyor.
‘TEKEL Direnişi’ anlam değiştiriyor bu yüzden. Zalimin mazlumlara karşı yürüttüğü savaşın ön cephesi haline dönüşüyor ‘TEKEL Direnişi’.
Abdi İpekçi’de bir araya gelen binlerce insan; kendileri olmaktan öteye geçip, ‘biz’ oluyorlar.
Dün işini kaybeden bankacıya, yarın işsiz kalacak olan Şeker işçisine dönüşüyor; İstanbul’da sokağa atılmak istenen İtfaiye emekçilerinin mücadelesi oluyor ‘TEKEL Direnişi’.
Bunu gördükçe pervasızlaşıyor hükümet. Kendi insanına doğrultuyor panzerlerini. Bir yerine on, yüz yerine bin kez gaz bombası fırlatıyor.
Zannediyor ki, ne kadar çok eziyet ederse o kadar çabuk sonuç alacak.
Zannediyor ki, halk korkup susacak.
Ama yanılıyor…
Çünkü sadece TEKEL işçileri değil, bütün işçiler direniyor.
Ali, Hasan, Mehmet değil; onların eşleri, çocukları, akrabaları direniyor.
Demiryolu işçisi, Şeker işçisine; Belediye İşçisi, Yol İşçisine kucak açıyor.
Evinden dışarı çıkmayan nineler hak vermeye başlıyor işçilere. Eczacılar anlıyor ‘haksızlığın’ ne demek olduğunu. Emekliler dua ediyor hepimiz için direnen TEKEL işçilerine.
Bize de, Nazım Hikmet’in selamını iletmek düşüyor.
“Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!”