![]() |
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
ANKARA CEBECİ, 30 EYLÜL
![]() ![]() Odam ayrılmış, hazır, üst kata çıktık. Faysal hızla şişe sularını buzdolabına, kağıt mendilleri buzdolabının üstüne koydu. Ve hemen sonra “Abi Yusuf Bey’i otomobilinde bekletmeyeyim, hemen gitmem lazım” deyip iki dakika içinde işini bitirip gitti. Ankara’ya ineli iki saati bile dolduramadan, kendimi kendimle buldum. Evet Ankara’ya vardıktan iki saatten az bir zaman sonra kendi kendimle kaldım. (...)Evet nihayet uzun bir aradan sonra Ankara’dayım: Hesabı kolay: Tam 32 yıl 5 gün sonra. Gençliğimin, fakülteli zamanlarımın en şenlikli, acılı, üzüntülü ama neresinden bakılırsa bakılsın yüzde yüz hareketli ve canlı günlerini yaşadığım Cebeci mahallesinde. Ankara'ya varmamdan iki saat kadar sonra, bir otel odasında. Cep telefonu kullanmadığım için birilerini aramam mümkün değl. Hem o saatte kimi niçin arayacağım? Sokağa çıkıp yıllardır özlemini çektiğim mahallenin havasını, parfümünü koklasam, kokusunu alsam, gürültüsünün içinde yitsem, insanlarının nasıl yürüdüklerini, nasıl konuştuklarını seyreylesem. Bu saatte? Hayır, çünkü gençliğimin mahallesini gün yüzüyle, ışıklar içinde görmek istiyorum. Gecenin karanlığında ve yapayalnızlığında değil. Capcanlı bir kent ve koşturan insanlar görmek istiyorum, tek, yalnız, hüzünlü yüzlerini, yorgun vücudlarını evlerine taşıyanları, kahve köşelerinde, meyhanelerde teselli arayanları değil. Yorgunluk da bindiriyor. O sabah Paris’te erken uyandım. Çok erken. Ülkeye dönüş heyecanı birkaç gündür terketmiyordu, dün geceden beriyse zaptedilemez boyutlarda. Sırt çantam ve yolculuk çantam hazır. Ben henüz hazır değilim. Hele zihinsel olarak. Bunun da etkisiyle Paris’ten Münih’e oradan Ankara’ya yolculuğu bir parça uzatarak ve böylece kendimi daha iyi hazırlamayabileceğimi umarak aktarmalı gidiyorum. Luftahsa ile. En güvendiğim uçak şirketi. Dahası adı geçen şirketin Paris’ten Ankara’ya doğrudan doğruya uçuşu da yok... O sabah evden eşimle çıkıyorum. İlle beni yolcu etmek istiyor. Bir buçuk aydan biraz fazla sürecek bu seyahat ikimizin en uzun süreli ayrılığı olacak. 30 Eylülde yola çıkıyorum, dönüşüm 18 kasımda olacak, eğer özel bir durum sonucu dönüşümü erkene almazsam. RER (Bölgesel Hızlı Şebeke/Ulaşım) ile Havaalanı’na varıyoruz. Gerekli işlemleri yerine getirdikten sonra epey zamanımız var. Bir kahveye oturup insan karmaşasını seyre dalıyoruz. Gidenler, gelenler, yolları kesişenler, geri dönenler, yola çıkanlar... Sarılıp öpüşenler, ayrılanlar, ayrılamayanlar, ağlayanlar, buluşanlar, aralıksız ve düzensiz insan gürültüsü. Hareket halinde her şey. Demek ayrılık saati geldi deyip kalkıyoruz. Sarılıp kalıyoruz. Ama ayrılmak ve yola çıkmak lazım. Biz de öyle yapıyoruz. Eşimin arkasından uzun uzun bakıyorum. Onu yalnız bırakmak hiç hoşuma gitmiyor ama Türkiye’ye gelmek istemeyen o. Korkuyor çünkü. Evet arkasından bakıyorum: İkimiz de yaşımızı yaşıyoruz. Altmışlı yıllarımızdayız. Bu yaşlarda yalnızlık mutlaka daha zor çekiliyor. Arkadaşlarımızı sık sık ziyaret etmesini, eve davet etmesini birkaç kez yineledim. Ama yirmisekiz yılını birlikte geçirmiş bir çiftin ikili alışkanlıklarını, iki aya yakın bir zaman için bile olsa, es geçmek te o kadar kolay değil. 28 yıl ne ki bir yaşamda? Bir insan yaşamında. Demle bir 28 yılı daha kahveci. Çek bir 28 daha biracı, yanında votkayı ihmal etme: Beyaz, sert, serin olsun. Vurucu bir Alman veya Belçika birası gibi içebilelim. Yoksa demli bir tavşan kanı çay yeter. Yürüyen tünel, yürümeyen merdiven, işte uçağa inişten önceki aşama: Bekleme salonu. Otur. Hava açık. Hava durumu iyi. Buradan kalkışa geçen uçakları seyretmek ayrı bir eğlence. Dev uçaklar, orta boy uçaklar, özel uçaklar. Renkler içindekiler. Resmi kılıklılar. Peşpeşe uçuşuyor. Tamam gerekli denetimlerden geçip uçaktaki yerimizi alıyoruz. Uçak girişinde gazete mazete yok. Şaşırmamak elde değil. Belki yolculuğumuzun öğleden sonra olmasıyla ilgili. Ama yine de birkaç gazete işe yarayacaktı. Belki de önce girenler gazetelerin tümünü “götürdüler”. Uçak dolu. Dopdolu değil ama dolu. Paris’ten Münih’e doğru yola çıkıyoruz. “Have a nice trip”. “Le gout du voyage”. Bon voyage. Kalkış işi bitttikten sonra, zamanı gelince minik defterimi çıkarıyorum. Yarın veya öbür gün yapmam gereken işleri not ediyorum: Email göndermem veya telefon etmem gereken arkadaşların isimlerini yazıyorum: Ragıp Duran, Faik Bulut, Eşber Yağmurdereli, Arif Okay... Sonra uçak yolculuklarında yanınızda götürmeniz yasak olan ve o nedenle Paris’te bıraktığım “decontractyl”, “srilane”, “voltarene”i Ankara’da satın almam gerektiğini not ediyorum. Bel, parmak, dirsek, ayak, bacak ve diz ağrılarını hızlı biçimde azaltmaya ve hatta tamamen söküp atmaya yönelik bu merhemler, bu ilaçlar herkesin, hele benim gibi zamanının önemli bir bölümünü bilgisayar karşısında oturarak, okuyarak, yazarak geçirenlerin, işine yarayabilir. Ankara’da ilk günden itibaren aramaya başladığım, birçok mahallede birçok eczaneye sorduğum bu merhemlerden sadece üçüncüsünü Kuğulu Park’ın hemen dibindeki eczanede bulduğumu burada yazayım. Son derece nazik bir eczacı hanımın hizmetiyle. Bunu da not etmeli. Her uçak yolculuğunda kaçınılmaz olarak ve ne kadar başka şeylerle de ilgilenseniz bir an veya başka bir an uçak kazası ihtimali aklınıza takılabilir. Bu kez de öyle oldu. O zaman aklıma gelenleri not defterime karaladım, bir tür vasiyetname gibi. Rahatladım. Buraya aynen alıyorum: Yaş 67. Ölüm gelse şu an ne olur? Hiç. Yapacaklarımın, yapabileceklerimin yarısını, belki biraz da fazlasını, yapmış, unumu henüz tümüyle elememiş bile olsam, eleğim elimde kalsa ne olur? Ne olur gençliğim? Ne olur anam, kitabını yazacağım? Kitaplarım, yayınlanmayı bekleyen, ne olur? Ne olur eşim? Gri ve siyah saçlarıyla yalnızlık korkusu sarmış gözlerinde, yalnızlığın eşiğinde, kalmasın eli böğründe, ağlamasın, boşuna yaş dökmesin, güller açsın gözlerinde; korkuları, geçmiş hayaletleri kabuslarında bitsin. Ne olur çocukluğum? Ergani'mizin tozlu kuçelerinde, taşlı tarlalarında, çaputtan topla ve yalınayak top oynadığım akşamüstleri ne olur? Ne olur babam? 1965’ten bu yana mezarlıktan izler Hilar’ı, Ergani’yi, Fırat'ı ve Dicle’yi. Ne olur Abelerim? Ablalarım ne olur? Ne olur Ergani? Çapak tutmuş gözleriyle karakuru bebeler ne olur? Aç kalmasın çocuklarımız, yaşasınlar, okusun ve yazsınlar, keşfetsinler yeniliklerle geleceği, barış içinde geleceğe umutla bakabilsinler, umutla bakabilmenin mümkün olabileceğini bilebilsinler ah! Ve geleceğin geleceğini bir gün mutlaka. NOT: Bu metnin öncesi ve hemen sonrası için ayorum.com sitemizde hediye olarak sunduğumuz ANKARA HİKAYELERİ başlıklı ekitabımda 32 Yıl Beş Gün Sonra başlıklı bölüme bakılabileceğini duyurayım. İyi okumalar.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
![]() ![]()
| Tüm Yazarlar |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
|
![]() |