
Eminim hepiniz Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı tanırsınız. 1635 senesinde doğan Fazıl Ahmet Paşa, gençlik yıllarında babası tarafından verilen eğitimle çok iyi yetişmiştir. Reformcu yapıya sahip olan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Erzurum ve Şam valiliklerinde bulunduktan sonra çok genç yaşta, babasının divana tavsiyesiyle sadrazam olmuş, değerli bir devlet adamıdır. Sadrazamlığı süresince Avusturya’yı barış yapmaya zorlayan Fazıl Ahmet Paşa, Girit’i Osmanlı topraklarına katmakta büyük başarı göstermiştir.
Ne var ki çok genç yaşta, 15 sene süren sadrazamlığının ardından, Fazıl Ahmet Paşa’nın ölüm nedeni hakkında Osmanlı arşivlerinde cevaplanmamış sorular bulunmaktadır. 41 yaşında öldüğünde Osmanlı Devleti, bu boşluğu Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile doldurmaya çalışır. Ancak tarih, bu boşluğun pek dolmadığını yazar.
Padişah IV. Mehmet (Avcı Mehmet) tarafından 1676 senesinde göreve çağrılan Merzifonlu, sadrazamlığı döneminde Fazıl Ahmet Paşa’nın yarım bıraktığı Avusturya meselesine ilgisini yoğunlaştırır. 1682 senesinde çıkılan Viyana Seferi’nde, kuşatılan şehir haçlı ordusundan yardım ister. Şehrin alınması için son hücumun yapılmaması, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kararıyla olur. Askerin şehri yağmalamasından korkan ve içindeki sanat eserlerinin zarar göreceğini bilen Kara Mustafa Paşa, şehrin kendiliğinden teslim olmasını bekler.
Sanata ve kültüre çok değer veren Merzifonlu, bu hassasiyetini hayatıyla öder. Uzayan kuşatma Osmanlı’yı zayıflatır ve yetişen haçlı ordusu karşısında, bütün ağır harp malzemelerini Viyana önlerinde bırakarak orduyu Belgrad’a geri çeker. Burada padişah emriyle yaşamına son verilir. Ne kadar hüzünlü bir sondur bu… Bilhassa Viyana’daki kültür ve sanat eserlerinin korunmasına yönelik verilen bu önemli kararın, çok değerli bir devlet adamının hayatına mal olması üzücüdür.
Aslında Viyana’yı görenler, çoğu zaman “Osmanlı Devleti bu şehri iyi ki zapt etmemiş” derler. Ben de bu görüşü paylaşırım. Viyana’yı zapt eden Osmanlı sonrasında, İstanbul gibi yozlaşmış bir şehir dokusuna dönüşen bir Viyana’yı hayal bile edemiyorum. O muhteşem yapıların, İstanbul’daki gibi yıkılıp beşli çeteye tahsis edilmesini düşünmek bile istememekteyim.
Ülkemizde son seçimle oluşan Millet Meclisi, 600 milletvekiliyle görev yapmakta. Peki bu milletvekillerinin görevlerinin ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Aslında bu vekillerin yasama yetkisi olması gerek. Yani toplum için yararlı olacak bazı kanunları Meclise sunup, bunların kanunlaşmasını sağlamak… Bu insanların Meclisten bir heybe dolusu maaş aldığını biliyoruz.
Peki yasalar nerede hazırlanıyor? Sarayın 1310 odasından birinde, bürokratlar tarafından! Saraydan Meclise iletilen yasa tasarısının bir virgülüne dahi dokunulmadan, bu taslak iktidarın elleriyle yasalaşmakta.
Peki bu 600 milletvekilinin Meclisteki yasama görevi nerede kaldı? Bu kadar insana ülke neden maaş vermekte? Sarayda 2890 devlet memuru çalışmakta ve bu saray saatte 2 milyon 227 bin lira, yani günde 53 milyon 448 bin lira harcamakta. Buna bir de milletvekillerinin bir aylık çıplak maliyetini ekleyelim: 291 milyon 600 bin lira. Saray bir ayda 1 milyar 603 milyon 440 bin lira harcadığına göre, ülkenin sırtında 1 milyar 895 milyon 40 bin liralık yasama kamburu bulunmaktadır. Bu yoksul halkın sırtına böylesi bir yükü vurmak vicdansızlıktır.
Tarihte birçok olayın içinde ülkelerine ihanet eden yöneticileri görürüz. Bunların sonlarının nasıl tecelli ettiği de malumdur. Tarihten bir yaprakta, ülkesine ihanet eden Julius Sezar’ın, meclis içinde evlatlığı Brütüs tarafından hançerlendiğini biliriz. Hatta Sezar’ın “Sen de mi Brütüs?” sözü günümüze kadar ulaşmıştır.
Hainler bir şekilde cezalarını mutlaka bulur. Tarihte XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette’in ihanetten başlarının giyotine gittiğini de bilmekteyiz. Yakın tarihimizde ise diktatör Nikolay Çavuşesku ve eşi Elena’nın ihanetlerinin sonucunda karşılaştıkları sonun farklı olmadığını gördük. İnsanlar, bilhassa ülkelerine ihanetlerinin bedelini bir şekilde ödemek mecburiyetinde kalırlar.
Geçtiğimiz birkaç gün evvel, ekranlarda Cumhur’un bir sözünü dinlerken hayret etmiştim:
“İstanbul, ihanet edenleri tarihe gömmeyi iyi bilir.”
Bunu söylerken mutlaka iyi hesap edilmesi gerekir diye düşünmüştüm.
21 Ekim 2017’de, İstanbul Esenler’deki Şehir ve STK Zirvesi’nde konuşan Erdoğan, şöyle demişti:
“Kadim şehirlerin en önemli güzelliği, ana karakterlerini kaybetmeden yeniyi bünyelerinde eritmesi, özlerinden katarak yeniden yoğurmasıdır. İstanbul bu açıdan gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum.”
Bu sözleri söyleyen bir insan, bu ihanete devam eder mi?
Her hain, zaman içinde yaptığı ihanetin cezasını çeker mi bilmem, ama bir şehre, bir ülkeye ihanet edildiyse, cezasız kalmasına gönlüm el vermemekte, diye bir sözüm geldi, söyledim — hem nalına hem mıhına.