A Yorum
  Acilis Sayfasi Yap Sik Kullanilanlara Ekle  

   
A yorum Kurum
iletisim
login
yayin ilkeleri...



yazi dizileri Ekitap Radyo

Yazı karekteri : (+) Büyük | (-) Küçük

Paranın, Lidya Sikkesinden Dijital Cüzdanlara Uzanan 5000 Yıllık Hikayesi

Kategori Kategori: Özel Dosyalar | Yorumlar 0 Yorum | Yazar Yazan: Haberci | 30 Kasım 2025 23:46:05

İnsanlığın en eski ve kafa karıştırıcı meselelerinden biri olan paranın doğasını anlamanızı sağlayacak detaylı bir yazı. Para, insanlığın en eski ve kafa karıştırıcı meselelerinden biridir. Cebimizdeki kağıt parçaları ya da banka ekranındaki sayılar nasıl oluyor da araba alabilecek, ev kiralayabilecek veya bir ömürlük emeği temsil edebilecek değere sahip olabiliyor? Elbette ki para günlük hayatımızın vazgeçilmezidir, ekonominin adeta kan dolaşımını sağlar, ama aynı zamanda soyut bir toplumsal anlaşmadır. Peki para aslında nedir; bir mal mıdır yoksa bir sözleşme mi, bir araç mıdır yoksa bir amaç mı?

Mesela şu soruyu sorabiliriz kendimize; eğer herkes yarın deniz kabuklarını para olarak kabul etse, bu işe yarar mıydı? Paranın değerini belirleyen şey, onun fiziksel yapısı mı yoksa insanların ona duyduğu güven mi? Bu soruları yanıtlayabilmek için, evvela paranın doğasını, devamında borç kavramıyla ilişkisini ve nihayetinde devletin para üzerindeki egemenlik rolünü anlamak gerekiyor. Ancak hepsinden önce, meseleyi doğru zeminde tartışabilmek için, paranın kökenine ve doğasına ilişkin farklı görüşlerle başlamak faydalı olacaktır.



Paranın doğuşuna dair takas miti ve kredi gerçeği

Klasik anlatıya göre para, takas (bkz: trampa) ekonomisinin zorluklarına çözüm olarak ortaya çıktı. Okul ders kitaplarında anlatılan mit, paranın icadından önce insanların “sen bana buğday ver, ben de sana ayakkabı vereyim” diye doğrudan değiş tokuş yaptığı, ancak herkesin her zaman istediği şeyle birebir denk değişim yapamadığı yönündedir. Bu ihtiyaçların karşılıklı çakışması (bkz: double coincidence of wants) problemini çözmek için toplumlar önce değerli madenler gibi herkesçe istenen malları aracı olarak kullanmaya, sonunda da bu aracı malları standartlaştırarak para birimlerine dönüştürmeye başladı denir. Nitekim tarih kitapları, dünyanın ilk madeni parasının mö 7. Yüzyılda bugün türkiye topraklarında manisa-salihli civarında hüküm süren lidyalılar tarafından basıldığını yazar. Dönemin lidya krallığında basılan elektrum alaşımından yapılma aslan kabartmalı sikkeler, devlet güvencesiyle belirli bir ağırlık ve saflıkta basılarak ilk resmi para işlevi gördü. Bu yenilik, dönemin alışveriş alışkanlıklarını değiştirerek; takas usulünün ve rastgele metal/tahıl parçalarıyla ödemenin yerini standart metal paralar aldı. Paranın icadı, değiş tokuş işlemlerini hızlandıran ve kolaylaştıran devrimci bir toplumsal teknoloji oldu.

Ancak antropolog david graeber gibi araştırmacılar, bu klasik hikayenin bir efsaneden ibaret olduğunu öne sürüyor. Graeber'in çalışmaları, “ilkel takas ekonomisi” diye bir şeyin izine neredeyse hiç rastlanmadığını, paranın kökeninin borç ve alacak kaydetme sistemlerine dayandığını gösteriyor. Yani insanlar önce “senin bana borcun var, zamanı gelince ödersin” diyerek hesap tuttular; bu borçları ölçmek ve kaydetmek için soyut bir değer birimine ihtiyaç duydular ve para kavramı da bu sayede ortaya çıktı. Nitekim sümerler ve eski mısır gibi kadim medeniyetlerde, lidya sikkelerinden binlerce yıl önce, buğday ve gümüş gibi değerler hesap birimi olarak kullanılmış, tapınak veya saray kayıtlarında “şu kadar ölçü arpa borcun var” diye yazılmıştı. Yani para, fiziksel bir nesneden ziyade soyut bir değer hesabı olarak, insanların karşılıklı kredi ve alacak ilişkilerini takip edebilmesi için geliştirilmiş bir icattı.

Bu bakımdan paranın doğuşuna dair iki temel görüş karşımıza çıkıyor. Bir yanda parayı maddeye (örneğin altına, gümüşe) dayandıran görüş, diğer yanda parayı toplumsal ilişkiye (kredi/borç sözleşmesine) dayandıran görüş ortaya çıktı. Aristoteles bile paranın nomos (yasa/töre) ürünü olduğunu, yani doğal bir madde değerinden ziyade insanlar arası anlaşmayla değer kazandığını belirtmişti. Benzer şekilde, 20. Yüzyılın başında alman ekonomist georg friedrich knapp, paranın değerinin onu çıkaran devletin hukuki otoritesinden geldiğini söyleyerek “para, hukukun yaratığıdır” demiştir. Bu para kuramına (bkz: chartalism) göre para, esasen devletin mühürleyip değer atfettiği bir semboldür; altın veya gümüşten yapılması şart değildir, kağıt veya dijital formda bile olsa geçerliliğini devletin kabulünden alır.

Öte yandan, karl marx paranın değerini anlamak için onu üreten toplumsal ilişkileri analiz etmek gerektiğini vurgulamıştı. Marx'a göre para, toplumda farklı emek ürünlerinin değişim sürecinde birbirine eşitlendiği için ortaya çıkan evrensel eşdeğerdir. Başka bir deyişle, birçok malın değeri, ancak hepsinin karşısında ortak değer ölçüsü olarak kabul edilen bir meta sayesinde ifade edilebilir hale gelir. Tarihsel olarak bu meta genellikle altın veya gümüş olmuştur; çünkü herkesin güvenebileceği, değeri görece sabit bir para malı işlevi görmüşlerdir. Marx, paranın bu rolünü “toplumsal bir gereklilik” olarak tanımlar ve parayı bir aracı olmanın yanında, başlı başına bir sosyal ilişki olarak görür. Ona göre para, hem bir madde (örneğin altın külçesi) hem de değerin temsili olarak ikili bir doğaya sahiptir. Bu ikilik, insanların sembolle gerçeği karıştırmasına yol açar; sanki altın madeni parlak olduğu için değerliyken, aslında tersine, toplumsal olarak değerli kabul edildiği için parlak bir madde para haline gelmiştir. Marx'ın meşhur meta fetişizmi kavramı da burada devreye girer. Para ve meta ilişkileri, aslında insanların emeklerinin toplumsal ilişkisi iken, sanki bu nesnelerin doğasından gelen bir değer varmış gibi algılanır. Bu durum paraya mistik bir güç atfetmemize yol açar ve para, diğer tüm malların ortak özü olan soyut emeği temsil ettiği için “her şeyle takas edilebilen sihirli bir güç” gibi görünür. Kısacası marx, parayı hem somut ekonomik süreçlerin ürünü hem de bu süreçleri görünmez kılan bir toplumsal illüzyon olarak analiz eder.

Peki hangisi doğrudur? Para takasın kolaylaştırılması için bulunan bir araç mıdır, yoksa borcun yazıya ya da sayıya dökülmüş hali midir? Tarihsel gerçeklik ikisinden de bir parça barındırıyor. Kanıtlar gösteriyor ki, deniz kabuğundan metal sikkeye kadar para olarak kullanılan ilk nesnelerin pek çoğu bir değişim aracıydı; ama aynı zamanda bu nesnelerin arkasında bir güven ilişkisi ve onları ihraç eden otoriteye duyulan bir inanç vardı. Örneğin lidya'nın bastığı ilk sikkeler, üzerlerindeki kral mührü sayesinde sahte olmadıkları ve belirli bir değeri temsil ettikleri konusunda toplumda güven yaratmıştı. Benzer biçimde, eski çin'de veya orta doğu'da devletler, askerlere maaş ödemek veya vergi toplamak için para birimleri geliştirdiklerinde, halk bu paraları vergi ödeme zorunluluğu nedeniyle kullanmaya başladı.

O halde burada vurgulanması gereken önemli nokta paranın bir şey olmaktan ziyade, bir ilişki olduğudur. Ister altın sikke olsun ister kağıt banknot veya dijital bakiye, para değerini ve işlevini, insanlar arasındaki kolektif kabulden alır. Bunu tüm toplumun oynadığı bir oyunun puan sistemi gibi düşünebiliriz; hepimiz bu oyuna inanır ve kurallarına uyarsak, o puanlarla gerçek dünyada mal ve hizmet alabiliriz. Eğer bir gün oyunun kuralları bozulur, güven kalmazsa, o puanlar da anlamsız kağıt veya bitlere dönüşür. Nitekim tarihte bunun örnekleri çoktur. Bir anda değersizleşen imparatorluk paraları, savaş dönemlerinde meta haline gelen sigara paketleri, hiperenflasyon sonrası odun niyetine sobada yakılan banknotlar gibi örnekler vardır. Bu örneklerin ortak dersi, paranın değerinin altında yatan şeyin fiziksel malzemeden ziyade, insanların ortak inancı ve o parayı dolaşıma sokan düzen olduğudur.

Borç ve paranın evrimi

Paranın tarihine daha yakından baktığımızda, onun borç ve kredi ile iç içe geçmiş bir evrim izlediğini görürüz. David graeber, debt: the first 5000 years (borç: ilk 5000 yıl) adlı eserinde insanlık tarihinin borç ekseninde okunabileceğini ileri sürer. Graeber'e göre günümüzdeki ekonomilerin temelindeki “borç ödenmeli” kuralı, bir ahlak yasası gibi sunulsa da tarih boyunca borç kavramı son derece esnek uygulanmıştır. Antik mezopotamya'da krallar belirli aralıklarla borç affı (bkz: jubilee) ilan eder, köylülerin birikmiş borçlarını silerlerdi; çünkü aksi halde borç yüzünden herkes köleleşir, toplum çökebilirdi. Yani borç ahlakı, muktedirlerin ihtiyaçlarına göre yeniden yazılabiliyordu. Graeber ayrıca mö 800 - ms 600 arasını kapsayan eksen çağı (bkz: axial age) ve orta çağ gibi dönemlerde toplumların para kullanımının dalgalandığını, bazen kredi ekonomilerinin (vadeli satış, sözlü/kitabi hesaplar) baskın hale geldiğini, bazen de büyük imparatorluklar çağında olduğu gibi nakit/paranın (altın, gümüş sikkelerin) öne çıktığını söyler. Örneğin roma imparatorluğu çöktükten sonra avrupa'da para dolaşımı azalmış, insanlar arası hesaplar, mal ile ödeme ve mahalli kredileşme yaygınlaşmıştı. 16. Yüzyıldan itibaren amerikan gümüşünün de etkisiyle yeniden nakit ekonomisi güçlendi; 20. Yüzyılda ise devletlerin merkez bankaları ve banka kredileri üzerinden işleyen sanal para düzeni egemen oldu. Tarih adeta kredi ve nakit devirleri arasında gidip gelmiştir.

Borç olgusunun bizzat kendisi, tarih boyunca hem toplumsal ilerlemenin hem de toplumsal yıkımın aracı olmuştur. Borç sayesinde insanlar birbirine güvenerek gelecekte ödenmek üzere bugün iş yapabildi, ticaret canlandı. Öte yandan borç, ödenemediğinde şiddet ve zorlamayı beraberinde getirdi. Ödenmeyen borçlar için insanların köle olarak satılması, hapislere atılması, topraklarına el konulması sık rastlanan uygulamalardı. Graeber'in de belirttiği gibi, borcun içinde daima bir güç ilişkisi saklıdır. Borç verenle alan arasındaki hukuk, aslında arka planda bir müzakere ve bazen de cebir barındırır. Bu yüzden borç ekonomik bir ilişki olduğu kadar, ahlaki ve politik bir ilişkidir. Bugün bile uluslararası alanda borç, ülkeleri hizaya sokmak için kullanılan bir kaldıraç olabiliyor. Örneğin, bir küçük ülke dış borcunu ödeyemediğinde alacaklıları olan büyük güçler veya uluslararası kurumlar ona kemer sıkma politikaları dayatabiliyor. Tam tersine, dünyanın en büyük ekonomileri borçlandığında, kimse onlara aynı zorlamayı yapamıyor ve güç dengesi tersine dönüyor. Bu duruma dair meşhur bir örnek olan “eğer mozambik abd'ye 10 milyar dolar borçluysa, bu mozambik'in sorunudur; ama abd japonya'ya 10 milyar dolar borçluysa, bu japonya'nın sorunudur” sözü durumu özetler. Yani zayıf borçlu olursa borcun kölesi olur, güçlü borçlu olursa alacaklı onun insafına kalır.

Buna kendi tarihimizden de örnek verebiliriz. Mesela osmanlı imparatorluğu 19. Yüzyılda borç batağına saplandığında, alacaklı avrupa devletleri sadece ekonomik yaptırım uygulamakla kalmamış, osmanlı'nın maliyesine doğrudan el koymuşlardır. 1881 yılında kurulan düyun-u umumiye (genel borçlar idaresi), osmanlı'nın gümrük, tuz, tütün gibi önemli gelir kalemlerini denetimi altına alıp bu gelirleri doğrudan alacaklılara aktarmaya başlamıştır. Bu, egemen bir devletin maliyesine uluslararası bir kayyum atanması demekti ve elbette osmanlı'nın egemenlik haklarına büyük bir müdahale olarak görülmüştür. Dolayısıyla, borcun siyasi bir silah gibi kullanılmasının tarihteki bariz örneklerinden biri düyun-u umumiye'dir. Borç ödeyememenin bedeli, ekonomik bağımsızlığın yitirilmesi olmuştur.

Öte yandan, borcun ve paranın toplumsal dayanışma ve değişim gibi başka bir yönü daha vardır. Bazı dönemlerde, örneğin ikinci dünya savaşı sonrasında, alacaklı devletler borç silmeyi veya borç hafifletmeyi kabul ederek (1948 tarihli almanya borç affı gibi) dünya ekonomisinin tekrar ayağa kalkmasına izin vermişlerdir. Kimi toplumlarda borç kelimesi aynı zamanda sosyal bağ anlamına da gelir ve insanlar birbirine borçlanarak aslında karşılıklı güven ilişkisi kurarlar. Anadolu'da komşudan borç un almak ya da esnaftan veresiye yazdırmak, parasal bir işlem olmanın ötesinde, komşuluk ve güven ilişkisini sürdüren bir kültürdür. Graeber, insanlık durumunun aslında açık uçlu bir armağan ekonomisi (iyiliklerin ve yardımların borç olarak değil de ilişki pekiştirici jestler olarak görüldüğü) olduğunu, paranın ve borcun soğuk mantığının sonradan bu ilişkileri katılaştırdığını öne sürer. Yani parayla ölçemeyeceğimiz, para dışı değerler de vardır; fakat para, her şeyi metrikleştirip “ne kadar borcun var” hesabına indirgediğinde toplumsal dokuda bir dönüşüme yol açar.

Diyalektik bir bakışla, para ve borç hem medeniyet kurucu hem medeniyet yıkıcı olmuştur diyebiliriz. Bir yanda güven, yenilik ve refah yaratan bir icat; diğer yanda eşitsizlik, güç tahakkümü ve kriz doğuran bir araç işlevi görmüştür. Bu karşıt roller, paranın içindeki çelişkili doğaya işaret eder. Para, değiş tokuşu özgürleştirir ve istediğimiz malı piyasadan alabilir, istemediğimiz takasa girmek zorunda kalmayız; ama aynı zamanda para, borç ve sermaye aracılığıyla köleleştirir. Borç batağına giren bir birey ya da ülke, alacaklıların merhametine kalır. Bu çelişkiyi anlamak, modern para sisteminin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair önemli ipuçları verir. Işte bu noktada devreye devlet kavramı girer ve bize “paranın kurallarını kim koyar ve bu kurallar nasıl uygulanır?” Diye sordurur.

Egemenlik ve güven meselesi

Tarih boyunca para basma yetkisi iktidarın en temel göstergelerinden biri olmuştur. Hükümdarların isimlerini taşıyan sikkeler, devletlerin portreleridir; o sikke ne kadar uzak diyarlarda geçerliyse, imparatorun nüfuzu da o denli geniş demektir. Eski roma'da imparatorlar sikke reformlarıyla kudretlerini gösterir, orta çağ krallarının sıkça başvurduğu tağşiş yöntemiyle (sikke içindeki altın/gümüş oranını düşürüp değersiz metal karıştırarak) hazinelerini doldururlardı. Elbette sonucunda enflasyonla yüzleşirlerdi. Osmanlı'da da durum farklı olmazdı; savaş ve kriz zamanlarında para tağşişi yaygın bir uygulamaydı ve bu yüzden akçenin değeri sık sık dalgalanırdı. 1840 yılında osmanlı ilk kez kağıt para (bkz: kaime) çıkardığında, bu aslında devletin halka “bana borç ver, karşılığında sana kağıt senet vereyim” demesiydi. Kağıt paralar hızla nominal değerinin altına düşünce, halkın güveni sarsıldı ve bir süre sonra devlet bu kaimeleri tedavülden çekmek zorunda kaldı. Kağıt paraya geçiş, osmanlı için kolay olmasa da; en nihayetinde 1863'te osmanlı bankasına para basma imtiyazı verildi, birinci dünya savaşı sırasında ise devlet yine çaresiz kalıp altın karşılığı olmayan kağıt paralar bastı. Burada önemli olan şey devletin bastığı paranın, halkın ona duyduğu güven kadar geçerli olmasıydı. Eğer devlet çok fazla para basar ve değerini düşürürse, halk alternatiflere yönelir, parayı elinde tutmak istemez.

Modern dönemde, özellikle 1971'de abd'nin doların altın konvertibilitesini kaldırması ile dünya tamamen itibari para (fiat money) düzenine geçti. Itibari para, herhangi bir maddi karşılığı (altın standardı gibi) olmayan, değerini tamamen devletin ilanı ve piyasadaki kabulden alan para demektir. Bu düzende devletin para üzerindeki egemenliği hem güçlenmiş hem de sorumluluğu artmıştır. Artık merkez bankaları faiz oranlarını, para arzını ve enflasyonu kontrol ederek vatandaşların parasına istikrar kazandırmaya çalışıyor. Birçok ülkede merkez bankaları, siyasetçilerin kısa vadeli baskılarından uzak durabilmek için bağımsız kılındı; çünkü geçmişte seçim uğruna para basıp dağıtmanın acı faturaları görülmüştü. Örneğin türkiye'de 1970'ler ve 90'lar boyunca, kamunun harcamalarını finanse etmek için merkez bankası'nın para bastığı dönemlerde enflasyon kronik hale geldi. Halk yıllık %70-%100'leri aşan enflasyonla yaşamaya, paranın sürekli değer kaybetmesine alışmak zorunda kaldı. 1990'ların sonunda türk lirası o kadar küçüldü ki, 20 milyon liralık banknotlar kullanılıyordu. Insanlar cüzdanlarında milyonlar taşıyor ama bu milyonlar ancak günlük alışverişe yetiyordu. 2001 krizi sonrası uygulanan sıkı para ve maliye politikalarıyla enflasyon dizginlenip 6 sıfır atılarak 2005'te yeni türk lirası'na geçildiğinde, bu hamle “paradan milyonlar atıp itibar kazandırmak” olarak tanımlandı. O dönemde devlet, parasının itibarını geri kazanmak için adeta toplumsal bir psikoloji yönetimi yaptı; çünkü para bir kez değerini yitirince, halkın zihninde güveni yeniden tesis etmek kolay değildir.

Devletlerin modern para sistemindeki rolünü en net açıklayan kuramlardan biri modern para teorisi (mmt)'dir. Mmt, parasal egemenliği olan devletlerin, yani kendi bağımsız para birimi ve merkez bankası olan, borcunu kendi parasından yapan ülkelerin, aslında iflas riski taşımadığını, istedikleri zaman para yaratabileceklerini savunur. Bu görüşe göre devlet, para basma tekeline sahip olduğundan, kendi para biriminde ödemesi gereken hiçbir yükümlülük için kaynak sıkıntısı yaşamaz. Çünkü teknik olarak her zaman daha fazla para yaratabilir. Örneğin abd hazinesi dolar cinsinden bir borcu ödeyememe durumuna düşmez, çünkü dolar yaratma yetkisi elindedir. Mmt ekonomistleri (bkz: stephanie kelton) (bkz: randall wray) bu nedenle geleneksel “bütçe açığı kötüdür, kamu borcu geleceği ipotek eder” söylemini eleştirirler. Onlara göre devlet bütçesi bir hane bütçesi gibi düşünülemez; devlet para yaratabilen bir otoritedir, oysa haneler harcayacakları parayı önce kazanmak zorundadır. Hatta mmt, doğru koşullarda bütçe açıklarının ekonomiyi canlandırmak ve işsizliği azaltmak için kullanılabileceğini, vergi toplamanın amacının da hükümet harcamalarını finanse etmek değil, dolaşımdaki paraya değer kazandırmak ve talebi düzenlemek olduğunu belirtir. Devlet vergi ödemelerini kendi bastığı para cinsinden zorunlu kılarak o paraya yapay bir talep yaratır. Yani insanlar devlete tl cinsinden vergi ödemek zorundaysa, tl kazanmak için çalışır ve tl'yi ödeme aracı olarak kabul ederler. Vergi, paranın değerine zemin hazırlar; bir nevi devlet, “elindeki para kağıt parçası gibi görünebilir, ama bunu getirip vergi borcundan düşebilirsin” diyerek parasına talep yaratır. Bu bağlamda, hazine ile merkez bankası arasındaki ilişki tarihseldir. 1694'te kurulan ingiltere bankası, krala borç veren bir tüccar grubunun merkezi olarak doğmuş, kral'ın borç senetlerini dolaşıma sokmuştur. Yani modern anlamda kağıt para, devlet borcunun dolaşımdaki halidir. Bugün abd doları da federal reserve note (fed senedi) olarak, aslında devletin borç belgesidir. Modern para büyük ölçüde devletin ve bankaların yarattığı borçların toplamıdır.

Mmt'nin bu görüşleri, özellikle 2008 finansal krizi ve 2020 pandemi sürecinde hükümetlerin trilyonlarca liralık/dolarlık teşvik paketleri açıklamasıyla daha çok tartışıldı. Mmt haklıydı gibi görünüyordu. Devletler para bastı, büyük bütçe açıkları verdiler ama hemen hiper-enflasyon olmadı; çünkü ekonomi arz-talep dengesinde hala boş kapasite vardı. Fakat eleştiriler gelmeye başlamıştı ve ya enflasyon kontrolden çıkarsa endişeleri başlamıştı. Gerçekten de 2021-2022 döneminde pandemi sonrası talep patlaması ve arz sıkıntıları birleşince küresel enflasyon yükseldi ve mmt çizgisinde bol likidite politikalarının sınırları görülmeye başlandı. Mmt yanıt olarak, sorun para basmaktan ziyade, arz kısıtlarında ve yanlış politik uygulamalarda dedi. Mesela stephanie kelton, devletlerin enflasyon yükseldiğinde vergileri artırıp harcamaları kısarak talebi soğutabileceğini belirtti. Ancak pratikte bunun siyaseten zor olduğu, vergilerin artırılmasının zaman aldığı ve enflasyonu geriden takip ettiği eleştirileri yapıldı. Yani mmt haklı olarak devlet iflas etmez derken, eleştiriler de haklı olarak paranın değeri kalmazsa ne anladık bundan diyorlar.

Burada gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki farkın altını çizmek gerekiyor. Abd, euro bölgesi, japonya, ingiltere gibi parası rezerv para olan veya finansal piyasalarda güvenli liman sayılan ülkeler, bol para basma lüksüne daha fazla sahipler. Mesela japonya yıllarca bütçe açığı verip kamu borcunun milli gelir oranını %240'lara çıkardı ama enflasyonu %1'in altındaydı. Kimse de japon yeni değersiz, atın gitsin demedi, çünkü yerleşik bir güven vardı. Oysa türkiye gibi ülkelerde durum farklı oldu. Uzun süreli yüksek enflasyon yaşamış, parasına güveni zayıf bir ülkede insanlar yerel paradan kaçarak dolar veya altın gibi değerlere yöneliyorlar. Nitekim türkiye'de bankalardaki mevduatların %50'den fazlası döviz cinsinden tutuluyordu. Yani türk halkı tl'ye güveni sarsıldığında çareyi dolar hesabında buluyor. Devlet vergiyi tl alsa bile, insanlar birikimini dövizde tutarak kendi önlemini alıyor. Bu durum, parasal egemenliğin kağıt üstünde olsa bile fiiliyatta aşındığı anlamına gelir. Mmt'nin vatandaş vergi için tl'ye muhtaç, o halde tl'ye güvenmek zorunda tezi, ekonomik istikrarın zayıf olduğu ülkelerde tam çalışmıyor. Zira vatandaş vergi için tl bulunduruyor ama tasarruf için dolar alıyor, sözleşmelerini dövizle yapmaya çalışıyor. Hatta bir süre önce bu dolarizasyonla mücadele için sözleşmelerin dövizle yapılmasına kısıt getirilmişti. Kısacası, parasal egemenlik konusu bir çeşitlilik arzediyor. Bir uçta abd gibi süper egemen ülkeler varken, diğer uçta ise kendi parasını basabilse de ona iç ve dış güveni düşük ülkeler bulunuyor.

Devlet ve para ilişkisi, iç içe geçmiş iki kavram olan egemenlik (para basma yetkisi, vergi toplama gücü, hukuki düzenleme) ve güven (halkın o parayı değer saklama ve değişim aracı olarak kabulü) ile kuruluyor. Biri eksik olursa, para sistemi tökezliyor. Devlet çok güçlü ama halkın güveni yoksa para istikrarsız hale geliyor. Örneğin venezuela'nın hiper-enflasyonu, hükümetin kontrolüne rağmen halkın bolivar'ı terk etmesiyle sonuçlandı.halk paraya güvense ama devlet egemenliği kaybetse, o zaman da ekonomik politikada ciddi kısıtlar ve krizler yaşanabiliyor. Euro kullanan yunanistan gibi, kendi parasını basma yetkisi olmayan bir ülke buna örnek verilebilir. Yunanistan, 2010'larda borç krizi yaşadığında kendi parasını devalüe edemediği ve avro basamadığı için çok sert kemer sıkma politikalarına mahkum oldu. Oysa benzer borç oranlarına sahip japonya, kendi parasına sahip olmanın rahatlığıyla bu tür bir dış müdahaleye maruz kalmadı. Bu nedenle mmt'nin de vurguladığı parasal egemenlik kavramı çok önemlidir. Kendi merkez bankası ve dalgalı kur rejimiyle para basma yetkisi olan devlet, ekonomik dalgalanmalara karşı çok daha esnek hareket edebilir. Türkiye de 2001'den sonra dalgalı kura geçti ve kendi parasını basma ayrıcalığını koruduğu için gerektiğinde kurun değer kaybı yoluyla dengelenme yaşadı. 2018 ve 2021'de tl'de sert değer kayıpları yaşandığında, sonuç acı bir enflasyon olsa da, devlet iç borcunu tl basarak ödeyebildi ve teknik bir iflas yaşanmadı. Yani parasal egemenlik, krizin şeklini değiştirir. Borç krizi yerine kur veya enflasyon krizi yaşarsınız, ama en azından borcunuzu kendi paranızla ödeyememe durumu yaşanmaz.

O halde, para sisteminin sağlıklı işlemesi için güven ve inanç ile denetim ve disiplin arasında hassas bir denge gereklidir. Devlet, para basma kudretine sahiptir ama bu kudreti sorumsuzca kullanırsa paranın itibarı çöker. Öte yandan devlet aşırı sıkı durup hiç para yaratmazsa, ekonomik durgunluk ve işsizlik baş gösterebilir. Ideal durumda, devletler ekonomik kapasiteye ve enflasyon riskine bakarak para politikasını ayarlarlar. Günümüzde merkez bankalarının en temel hedefinin fiyat istikrarı olması tesadüf değildir; çünkü para bir kez istikrarını yitirirse, hem ekonomik hem toplumsal düzen sarsılır. Para dediğimiz sosyal kontratın işlemesi için, insanlar yarın da aynı ölçü birimiyle alışveriş yapabileceklerini ve o ölçünün değerinin öngörülebilir olacağını bilmek isterler.

Bankalar, merkez bankaları ve dijital para düzeni

Bugün hepimizin cebinde kredi kartları, mobil ödeme uygulamaları, banka hesapları var. Farkına varmasak da, kullandığımız para büyük ölçüde dijital ve onu yaratanlar genellikle ticari bankalardır. Modern para sisteminin omurgasını, bir yandan merkez bankası ve hazine gibi kamusal aktörler, diğer yandan ticari bankalar, yatırım fonları gibi özel finans aktörleri oluşturur. Bu modern finansal mimaride para yaratma süreci, eski çağlarda maden eritip sikke basmaktan çok farklıdır. Bankalar, kredi verdiklerinde aslında hesaplara yeni para yazarak para yaratırlar. Örneğin bankadan 1.000.000 tl konut kredisi aldığınızda, banka o an sizin hesabınıza 1.000.000 tl mevduat yazar. Bu para ne bir başkasının mevduatından eksilmiştir ne de kasadan fiziksel olarak çıkarılmıştır; karşılığında sizin borç yükümlülüğünüzle birlikte, adeta yoktan var edilmiştir. Bu mekanizmaya ekonomistler paranın krediyle çoğalması diyorlar. Bankalar bu işlemi yaparken belirli sermaye karşılıkları ve merkez bankası kuralları ile kısıtlanırlar, ama özünde günümüzde paranın çoğu banka bilançosunda kayıtlı birer rakamdır. Mesela türkiye'de geniş para arzı dediğimiz m2'nin içerisinde, dolaşımdaki nakit paranın payı oldukça düşüktür. Ekim 2025 verisine göre türkiye'de m2 para arzı 22,65 trilyon tl iken, bunun sadece 805,8 milyar tl'si dolaşımdaki banknot ve madeni paradır. Yani geniş para arzının %4'ü bile değildir. Geri kalanı banka mevduatlarıdır. Oranın düşük olması, ekonomide ödemelerin büyük kısmının dijital mevduat/parayı kullanarak yapılmasından kaynaklanır. Bu oran son yıllarda giderek düştü, zira dijital işlemler ve kredi hacmi katlanarak arttı. Günümüzde birçok ülkede toplam paranın %90'ından fazlası elektronik banka parası olarak bulunuyor. Cüzdanlarımızdaki kağıt paralar, toplam paranın çok küçük bir kısmı aslında.

Peki bu sistem nasıl ayakta duruyor? Işte burada merkez bankaları devreye giriyor. Merkez bankası, ülkedeki yasal banknot basma yetkisine sahip tek kurumdur. Ayrıca bankaların ihtiyacı olduğunda başvuracağı son kredi mercii (lender of last resort). Ticari bankalar kendi aralarında para yaratıp transfer ederken, nihayetinde hesap kapatma veya nakde dönme gibi durumlar için merkez bankası parasına (banknotlara veya merkez bankası nezdindeki rezerv mevduatlarına) ihtiyaç duyarlar. Örneğin a bankasından b bankasına büyük bir para transferi olduğunda, a bankası merkez bankasındaki rezerv hesabından b bankasına rezerv aktarır. Bu rezervler de merkez bankasının yarattığı paralardır. Böylece merkez bankası, bankalar arasındaki mutabakat (clearing) işlemlerinin düzenleyicisidir. Eğer bir bankaya olan güven sarsılır da herkes mevduatını çekmek isterse (bkz: bank run), o banka elindeki merkez bankası parası yetersiz kalırsa iflas riski doğar. Merkez bankası böyle anlarda devreye girip geçici likidite sağlar ya da batık bankayı kapatır. 2008 finans krizinde abd merkez bankası (fed) ve avrupa merkez bankası, bankacılık sistemine trilyonlarca dolar/euro likidite enjekte ederek çarkların durmasını önlediler. Bu, merkez bankalarının modern finansal mimarideki yangın söndürücü rolüdür.

Modern finansal mimaride bir diğer kritik bileşen de sermaye piyasalarıdır. Para artık sadece dolaşım ve ödeme aracı olarak kullanılmaz; aynı zamanda kendi başına bir meta gibi alınıp satılan, değerlendirilen bir varlıktır. Tahviller, hisse senetleri, türev ürünlerin hepsi aslında gelecekteki para ödemelerine dair hakları temsil ediyor. Mesela bir şirket tahvili, şirketin gelecekte faiz ve anapara ödeyeceği bir borç senedi, yani bir tür borç ilişkisidir. Hisse senedi, şirketin karına ortak olma hakkı iken; türevler, gelecekteki fiyat risklerine dair bahis sözleşmeleridir. Bu karmaşık enstrümanlar, finansal mimarinin üst kademelerini oluşturuyor ve reel ekonominin üzerinde bir meta düzeyi yaratıyor. Bazen finans sektörü reel ekonomiden kopuk şekilde devasa boyutlara ulaşabiliyor. Örneğin 2000'lerde türev piyasalardaki nominal değer, dünya ekonomisinin toplam büyüklüğünün katbekat üstüne çıkmıştı. Bu durum, finansın kendi dinamikleriyle 2008'deki türev kaynaklı mortgage krizi gibi krizler üretebilmesine yol açıyor.

Tüm bu tabloya son yıllarda bir de dijital para devrimi ekleniyor. Bitcoin ve benzeri kripto paraların ortaya çıkışı, paranın merkezi otoritelerden bağımsız olarak da toplumsal mutabakatla üretilebileceğini gösterdi ya da iddia etti diyelim. Bu da, paranın doğasına dair tartışmaları yeniden alevlendirdi. Para gücünü kimden almalıdır? Devletten mi, yoksa dağıtık bir kullanıcı ağından mı? Blokzincir teknolojisi, teorik olarak bir merkez bankası olmadan da arzı kısıtlı ve güvenli dijital varlıklar yaratabileceğimizi kanıtladı. Ancak pratikte kripto varlıklar henüz ulusal paraların yerine geçebilmiş değildir; daha çok dijital altın veya spekülatif yatırım aracı gibi işlev görüyorlar. Devletler ise boş durmuyor; çin'den avrupa merkez bankası'na kadar birçok otorite dijital merkez bankası parası (cbdc) projeleri üzerinde çalışıyor. Amaç, nakdin dijital bir karşılığını yaratıp banka parası dışında doğrudan merkez bankası tarafından halka sunulan bir ödeme aracı geliştirmek. Bu aslında paranın kamusallığını artırma hamlesi olarak görülebilir, ancak mahremiyet ve banka sistemine etkileri de tartışılıyor.

Yani, günümüz finans mimarisi karmaşık bir ağ gibidir. Bir ucunda devlet ve merkez bankası, diğer ucunda hanehalkı ve şirketler, arada ise bankalar, fonlar, piyasalar bulunuyor. Para yaratma yetisi kısmen özel sektöre devredilmiştir ve bankalar kredi verdikçe para yaratıyor, kısmen de devlette kalmıştır ve bu nedenle merkez bankası para politikasını belirliyor, gerektiğinde piyasalara müdahale ediyor. Bu sistemin avantajı, kredi mekanizması sayesinde ekonomik büyümenin finanse edilebilmesi ve likiditenin her yere akabilmesidir. Dezavantajı ise, kontrolün zorlaşması ve dönem dönem finansal krizlerin patlak vermesidir. 2008 krizi gösterdi ki, finansal aktörler denetimsiz kaldığında kendi yarattıkları para türevleriyle tüm sistemi çökertme riski doğuyor. Bu yüzden imf, dünya bankası, bis gibi uluslararası düzenleyici kurumlar finans mimarisinin küresel bazda denetimi için çalışıyor, ülkeler arası koordinasyonu sağlamaya çabalıyorlar. Ayrıca para sisteminin uluslararası boyutu da önemlidir. Dolar halen dünya rezerv parasıdır. Bu abd'ye büyük bir avantaj sağlıyor; hatta fransa'nın eski lideri de gaulle'ün deyimiyle aşırı imtiyaz veriyor; zira abd, dünya ticaretinin ihtiyaç duyduğu doları basarak dış açıklarını rahatça finanse edebiliyor. Öte yandan bu hegemonya, dolar üzerinden yaptırımlar uygulamak gibi stratejik gücü de beraberinde getiriyor. Örneğin bazı ülkelerin dolar sisteminden swift yoluyla dışlanması, parasal bir ambargo mekanizmasıdır. Türkiye gibi ülkeler, uluslararası ödemelerinde büyük ölçüde dolar ve euroya bağımlı olduklarından, zaman zaman kur baskısı ve sermaye hareketleri dalgasına maruz kalabiliyorlar. Küresel finans mimarisi, ulus devletlerin para politikalarını da birbirine bağlamıştır; bir yerdeki faiz artışı diğer yerde sermaye kaçışına yol açabiliyor. Bu da bize, 21. Yüzyılda paranın sadece ulusal bir konu olmadığını, küresel bir kamusal mal ya da sorun haline geldiğini gösteriyor.

Para üzerine düşünceler

Başta sorduğumuz soruya geri dönersek, cebimizdeki para neden değerlidir? Bu incelemenin ardından diyebiliriz ki, paranın değeri bir inanç meselesidir. Elbette havada duran bir inanç değildir bu, kurumlarla, yasalarla, üretimle desteklenen kolektif bir kabuldür. Para, tarih boyunca farklı formlara bürünmüştür. Kimi zaman bir altın sikke, kimi zaman bir deniz kabuğu, kimi zaman bir dijital kod olmuştur. Ama özünde hep aynı sosyal mucizeyi gerçekleştirerek, emeği ve değeri genelleştirip aktarılabilir kılar. Marx'ın ifadesiyle, para emeğin toplumsal ilişkisinin nesneye dönüşmüş halidir. Bu sayede bir mühendis emeğinin karşılığını parayla alıp o parayla çiftçinin ürettiği gıdayı satın alabilir. Para olmasaydı, karmaşık ekonomilerin çarklarını döndürmek çok zor olurdu; takas ve borç defterleri belli bir ölçekten sonra tıkanırdı.

Ancak para bu harika aracılığının yanı sıra tehlikeli bir şeyi de içinde taşır. Insanlar parayı araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirebilir. Servet biriktirme tutkusu, finansal spekülasyonlar, paranın getirdiği güç, ekonomik adaletsizliklerin hepsi paranın yanlış kullanımıyla ilgilidir. Para bir amaç olduğunda, ölçmesi zor olan insani değerler arka planda kalır; mesela para ile ölçülemeyen mutluluk, çevre, sağlık gibi kavramlar ihmal edilebilir. Oysa para en nihayetinde bir semboldür, bir temsildir. Gerçek zenginlik ise mal ve hizmetler, bilgi birikimi, üretim kapasitesi ve yaşam kalitesidir.

Borç boyutuyla baktığımızda da benzer bir ikilem görürüz. Borç, ekonomik atılım için bir kaldıraç olabilirken, kontrolden çıktığında toplumları köleleştiren bir pranga olabiliyor. 21. Yüzyıl dünyasında hem devletlerin hem hanehalklarının borcu rekor seviyelere ulaşmıştır. Dünya toplam borç stoğunun 200 trilyon doları aştığı tahmin ediliyor. Bu sayı, dünya yıllık gelirinin birkaç katı büyüklüğündedir. Borçlar bu kadar büyürken, alacaklı-alacaklı ilişkisi de karmaşıklaşıyor; borcun önemli bir kısmı devletlerin kendi vatandaşlarına veya merkez bankası gibi kendi kurumlarına olan borcu şeklinde iç içe geçmiş durumdadır. Böyle bir dünyada borcun ne olursa olsun ödenmesi gereken, pazarlık konusu yapılamayan bir vecibe gibi sunulması eleştiriliyor. Nitekim büyük kriz anlarında devreye giren borç yeniden yapılandırmaları, aflar veya örtük olarak borcu eritmenin bir yolu olan enflasyon, borcun aslında siyasal bir sözleşme olduğunu hatırlatıyor. Graeber'in dediği gibi, iş zora gelince güçlüler borcu kağıt üzerinde silebiliyor veya kuralı değiştirebiliyor; zayıflar için ise borcuna sadık kal öğüdü verilebiliyor.

Son tahlilde, para sistemi insan yapısı bir şeydir. Kurallarını biz koyduk, biz değiştirebiliriz. Devlet bu oyunun hakemi ve kural koyucusu rolünü üstlenir; para biriminin istikrarını sağlamak, haksızlıkları önlemek ve krizleri engellemek devletin görevidir. Marx'ın çözümlemeleri bize paranın toplumsal bağlamını ve gizlediği emek sömürüsünü kavramada yardımcı olurken, graeber'in antropolojik bakışı paranın ve borcun insanlık halindeki yeri hakkında ufkumuzu açıyor; para, insan ilişkilerinin yerine geçmemeli, onları destekleyen bir araç olmalı diyor adeta. Mmt ve çağdaş finans teorileri ise paranın günümüzdeki işleyişini ve imkanlarını anlamamıza yardımcı oluyor; devletler isterlerse işsizliği yok edecek, altyapıları düzeltecek kaynağı yaratabilirler diyor, ancak bunun sorumlu kullanılmazsa enflasyonla sonuçlanacağını da hatırlatıyor.

Peki, para kimin hizmetinde olmalıdır? Toplumun refahı için bir araç mı, yoksa belli güç odaklarının zenginlik biriktirme aracı mı? Borç ne zaman meşrudur? Eğitim, sağlık gibi kamu yararı getiren alanlarda borçlanmak doğru mu, yoksa her borç gelecek kuşaklara haksızlık mıdır? Devletin para üzerindeki egemenliği demokrasiyle nasıl dengelenmeli? Merkez bankaları teknokratlara bırakılıp bağımsız mı olmalı, yoksa halkın temsilcileri para politikasında söz sahibi mi olmalı? Bu soruların tek ve basit cevapları yok. Ancak bir gerçek var ki, para insanlığın yarattığı en güçlü ortak şeylerden biridir. Hepimiz o şeye inandığımız sürece, para işlevini sürdürecektir. Önemli olan, şeffaflık, adalet ve toplumun ortak çıkarlarını gözetecek şekilde hareket edebilmektir. Son tahlilde, para bizim efendimiz olmak yerine hizmetkarımız olmalıdır. Onu bir araç olarak kullanıp daha adil ve dengeli bir ekonomik düzen kurmak elimizdedir. Paranın doğasını anlamak, borcun sırlarını çözmek ve egemenliğin bu alandaki rolünü tartışmak, bu hedefe giden yolda önemli bir başlangıç adımı olacaktır.

Kayak : eksiseyler.com

Facebook'ta paylaş   |   Twitter'da paylaş


 | Puan: Henüz oy verilmedi / 0 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar


Henüz Yorum Yazılmamış

Yorum Yazın



KalınİtalikAltçizgiliLink  
Simge Ekle

    

    

    

    







Zehirlenen yalnizca tabaklar değil: Türkiye’de gida güvenliği krizi ve sistemin çürümüşlüğü…
İngiltere’den Türkiye’ye £35 Milyonluk Ray Sözleşmesi: Fırsat mı, Çıkmaz mı?
Avustralya ve AB teknoloji devleri çocukların sosyal medya erişimini nasıl sınırlandırıyor?
DEVLETLERÜSTÜ ŞİRKET-LER ve BAŞKAN
Türkiye’de Hayvan Hakları İhlallerine Hasidik – Kabala Perspektifinden Bir Bakış

Çin Japonya'yı Test Ediyor ve Amerikan Kararlılığının Sınırları…
Emeklilerin Büyük Yürüyüşü Başlıyor: 17 Milyon Kişi Artık Sessiz Değil!
Çocuklar için bir öğün: bütçenin %1,5’inden başlayan dünya ölçeğinde bir adalet mücadelesi
Çin'in 'Salam Dilimleme' Stratejisi: Pekin, Güney Çin Denizi'nin Haritasını Nasıl Yeniden Çiziyor?
Trump, Veliaht Prens ve Kaşıkçı'nın Öldürülmesi

Kalkınma Hakkında Yanlış Bildiğiniz Şaşırtıcı Gerçek
Avustralya - Çin İlişkileri: Avustralya'da Kavga
Gri listeden çıktık ama... AB'nin 2024 Türkiye raporu'ndan çıkan şaşırtıcı gerçekler!
Çin'in beş yıllık planları dünyayı nasıl değiştirdi?
Türkiye'de yoksulluk sınırı 88 bin liraya dayandı.

Güney Karolina'nın Unutulmuş Osmanlıları: Sumter Türklerinin Şaşırtıcı Gerçeği
Köpek ve insanların bazı duyguları aynı genetik kökene sahip
Motokuryelerin Sessiz Çığlığı: Sokağın Gölgesinden Yükselen Sınıf Mücadelesi
Gençlerden sonra emekliler de yurtdışına gidiyor.
Cilt kanseri oranında dünyada başı çeken Avustralya'da güneş kremi skandalı.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Kahvehaneler: Bir Sosyo-Politik Etki
Osman Hamdi Bey’i bilmeyen varsa bile herhalde Kaplumbağa Terbiyecisi’ni bilmeyen yoktur ya “Mihrap” tablosu...
JAK İHMALYAN'DAN: “RESİM ANLAYIŞIM”
Jak İhmalyan sergisi İstanbul'da
MADELEİNE RİFFAUD, 1924-2024

Einstein'ın hayran kaldığı filozof: Spinoza'nın aklınızı başınızdan alacak radikal fikri
Adalet Kavramına Filozofların Gözünden Bir Yolculuk
KE.KE.ME. (KKM)
Yapay Zeka Felsefesi
Tutunarak kalmak mı? Bulanmadan donmadan akmak mı?

Yeryüzünü fırına çeviren atmosfer olayı: Isı kubbesi
Dünyanın hareket halindeki en eski buzdağlarından biri yaban hayatı cenneti ile çarpışabilir
Yarasaların azalmasıyla bebek ölümlerinin ilişkili olduğu ortaya çıktı.
AB İklim İzleme Servisi: 2024 yazı kaydedilen en sıcak yaz oldu.
Akdeniz'deki yaşam yok oluşun eşiğine gelmiş.

WhoFi: Wi-Fi sinyaliyle kimlik tespiti dönemi başlıyor.
500 yıllık Da Vinci çizimi sessiz drone teknolojisine ilham verdi.
Çin, HDMI ve DisplayPort alternatifini piyasaya sürdü.
Telefonlar depremi 30 saniye önce bildirdi…
Çin'den gövde gösterisi: Yarı maratonda robotlar insanlarla yarıştı…

Bilim insanları beynin beş farklı yaşam evresinden geçtiğini açıkladı: Kritik dönüm noktaları 9, 32, 66 ve 83 yaş…
Amerika kıtasında 'olmaması gereken' yeni bir insan türü keşfedildi: Checua nedir? Türkler ile bağlantıları var mı?
NASA'nın en kuvvetli teleskobu, evrendeki beklenmedik gelişmeyi ortaya koydu.
İncil'de sözü edilen mistik ağaç 1000 yıllık tohumla yeniden yetiştirildi.
Karıncaların 66 milyon yıldır tarım yaptığı ortaya çıktı.

Türkiye’de üniversite mezunlarının geliri Avrupa’nın en düşük seviyesinde…
Gerçek işsizlik yüzde 29,6!
Türkiye’de tek kişilik
UNICEF raporunda Türkiye'deki çocuklar son sıralarda
AP'den Türkiye'ye sert mesaj: Kriterler müzakere edilemez

İŞGALİN KARANLIĞINDA BİR IŞIK: Veciye Kaşka’yı Unutmayalım
2025 Hazar Türk-Musevi Hakanlığı: Tarih Yeniden Yazılsaydı Dünya Nasıl Görünürdü?
Sürgün Devrim girdabında Isaac Deutscher ve Avraham İşcen
Eriyen Şövalyenin Gölgesinde Devrimci Moses Hess
Kalamış ve Fenerbahçe Kıyıları Tarihiyle, Belleğiyle, Halkıyla Var Olan Bir Yerin Suskunluğa Kurban Edilmesine İzin Vermeyeceği…

Büyük Konuşmak
HUKUK KARGAŞASI
HAİN Mİ ARARSINIZ
KANAS
Kayyum

Paranın, Lidya Sikkesinden Dijital Cüzdanlara Uzanan 5000 Yıllık Hikayesi
Mimar Sinan: Bir Dehanın Yükselişi ve Osmanlı Mimarisinin Zirvesi
İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Hümanizm Nedir?
Osmanlı’da kahve kültürü, Osmanlı’da kahve isimleri..


kose yazarlari En Cok Okunanlar
Son 30 günde en çok okunanlar
En Cok Okunanlar










Basa git