![]() |
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
MÜNİH, 30 EYLÜL
![]() ![]() Bir yerde yeniden “T2” levhasını görüyorum, merdivenleri çıkıyorum, sağa dönüyorum ve tam o sırada bir gişede genç bir polisle göz göze geliyoruz, genç polis tırslıyor, herhalde “yabancı” olduğumu anladığı için, yabancıları sevmediğini saklaması mümkün değil, pasaport denetimini aynı polis yapacak, korkup altına etmesin diye Türkçe değil Fransızca “Bonjour” diyorum, polis rahatlıyor, gevşiyor, pasaportuma bakıyor, ağzını açmadan, tek laf etmeden, damgasını basıyor. Geçiyorum. Evet yanıt manıt vermedi genç polis. Korkusu da geçmiştir umarım. Madem ki genç polisi ısırmadım (!) HAVAALANI'NDA vardığım mekan geniş. Sırt çantamı ve yolculuk çantamı yerleştirebileceğim bir chariot da buluyorum. Rahatlıyorum. 1968’de Aralık ayının soğuk ve çok karlı bir gününde gördüğüm Munih’ten ne kalmış diye dışarıya bakıyorum ama kent merkezinden ve Merkez Gar’dan çok uzaktayız, çevrede gördüklerim ise şehir merkezi değil bütün havaalanlarında görebileceğimiz koskocaman binalar, dev oteller, koskocaman depolar ve benzeri yapılar. Bulunduğum katın içinde neler var diye upuzun, bitmez tükenmez koridorlarda dolaşıyorum. Birden bir bölüm çıkıyor karşıma: saksılarda ağaçcıkları, çiçekleriyle sanki kent bahçeşi. Adı üstünde “Recreation Areades Münchner Flughafens”. “Lounge”: Hayırdır. Evet hayırdır. Harika bir mekan: Yeşil yapay halı döşenmiş kocaman mekanda chaiselongue’lar (sezlonglar), gazeteler, kitaplar... Kitapların tümüne yakını Almanca, birkaç tanesi İngilizce veya Amarikanca. Fransızca tek bir kitap, tek bir gazete yok. Avrupa Birliği böyle inşa ediliyor işte: Duyduk duymadık demeyin, bizsiz sosis yiyip, bira içmeyin. Burası bir tür “Dinlenme Alanı”. Benim gibi bel ağrısı olanlar için şezlonglar ilaç. Nitekim yanımdaki iki kişilik bölümde yaşlı bir çift uzanmış dinleniyor, gazetelerine dalmış okuyor. Ötede 1960’lardan kalmış hippi giyimli, saç ve sakalı uzun bir genç yarı çıplak yerde oturuyor, Hindistan’dan yeni dönmüş gibi veya Hindistan’a yeniden gitmek üzere olan biri havasında. Ötelerde İranlı olduğunu tahmin ettiğim tatlı bir genç bayan. Sıkı makyajlı, gözleri dört dönüyor. Hemen gazetelere yakın şezlonglardan birini seçiyorum ve uzanıyorum. Bütün alman gazeteleri ve dergileri emrinizde. Bir saat kadar bir süre içinde bütün gazeteleri tek tek inceliyorum, ilginç ve işe yarayabilecek haberlerin bulunduğu sayfaları kesip bir kenarda biriktiriyorum. Bütün gazeteleri ve dergileri almak mümkün ama alman gazeteleri ve dergileri binbir ek ve özel reklam sayfalarıyla leş ağırlığında olduğundan taşımak için özel bir taşıyıcı gerekecek. Buna hiç ihtiyaç yok çünkü gazetelerin ezici çoğunluğu pespaye. Okunacak bir şey bulmak epey zor. Ama o günlerde Türkiye’de gündemde olan Atatürk Orman Çiftliği’ndeki “Saray” birkaçında alaylı bir dille yer alıyor. Birinde bir fotoğrafla ve şu başlıkla alay dalga geçmeye dönüştürülmüş: “Ankara’da Versailles”. Paris’in güneybatısındaki Versailles krallık sarayıyla karşılaştırma iğneleyici. Neyse zaman geçti, kestiğim gazete sayfaları bile epey ağırlaştığı için onları yeniden gözden geçirip birkaçını çöp tenekesine atıyorum; kalanları sırt çantama yerleştiriyorum. Bu ağaçlı ve yeşil alanı gözüm arkada terkediyorum. Beklenen an geldi: Münih’ten Ankara’ya kalkacak uçaktaki yerlerimizi aldık. Uçak tıka basa. Münih Ankara arası 2074 kilometre. Paris’ten buraya kadar 689 km'yi uçakla yaptıktan sonra şimdi sırada yolun uzunca bölümü. Verilen bilgilere göre uçuş üç buçuk saat sürecek. O sırada arkamdaki sırada oturanlardan birinden şu veciz lafı duyunca yolculuğumun gazete ve/veya kitap okuyarak, yazarak değil dinleyerek geçmesinin daha yerinde olacağına karar verdim. Arkamdaki yolcu vatandaşımız aynen şunları şöyledi, şaka filan değil inanarak: “Ne 3,5 saati yav, 2 saate gideriz. Rüzgara bağlı, rüzgarı hele bir arkasına alsın bak gör o zaman.” Harika değil mi? Harika! Sonra yanında ilk kez karşılaştığı, henüz adını bile bilmediği başka bir vatandaşımızla hakiki bir yolculuk muhabbeti başlattı. Yanında eşi ve eşinin kuçağında küçük çocuğu olan vatandaşımız, eşofmanlı genç yolcuyla bilgi ve deneyimlerini paylaştı: Konya’dan Kayseri’ye kaç kilometre mesafe olduğunu, yeni ve lüks otobüslerle bu mesafenin ne kadar hızla alındığını ve hele rüzgarın arkadan esmesiyle mesafenin daha da azaldığını böylece öğrendik. Sağolsunlar, uçak gürültüsünü bastırmak için yüksek sesle konuştukları için anlattıklarından ben de epey şey öğrendim. İşte buraya yazıyorum ya. “Ne güzel anlatıyon Abi, anlat be Abi” diyor eşofmanlı genç. Dinlemeyi bilmek te bir sanat. Uçak dolu. Oturduğum mekanda A’dayım. B boş. Komşum, tanımadığım bir adam, C’de. Arka sıradaki muhabbet aralıksız sürüyor. Ön suskun. Arkadaki genç ve sempatik çiftin bebeleri uyandı, ağlıyor. Aile havası içindeyiz. Bu da güzel. Komşuları gençin, eşofmanlı gençin, Almanya-ABD dolaş-tur cinsinden olduğunu bu arada öğrendim. Komşularına anlattığına bakılırsa, “Türk Havayolları çok pahalı. ABD’ye 1900 dolardan fazla para istediler. THY ile gitmedim, başka bir şirketle 850 dolara uçtum.” Yemek servisi yapıldı: Tavuk, “hahnchen paprika gemüsesauce”lu. Artı “mandelkrokant Schwermer”. Yanında domates suyu. Harika. Bugünkü bütün akşam yemeği bu kadar. Adam olana çok bile. 30 Eylül 2014 tarihli The Wall Street Journal, “Catalonia vote” başlığıyla Katalonya’daki son siyasi gelişmeleri aktarıyor. Katalonya’yı “most important industrial region” biçiminde niteliyor. Bilmekte yarar var. Uçuyoruz. NOT: Münih'ten Ankara'ya uçuşun öncesi ve hemen sonrası için ayorum.com sitemizde hediye olarak sunduğumuz ANKARA HİKAYELERİ başlıklı ekitabımda 32 Yıl Beş Gün Sonra başlıklı bölüme bakılabileceğini duyurayım. İyi okumalar.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
![]() ![]()
| Tüm Yazarlar |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
|
![]() |