|  | 
 
 |  | 
 |  | 
|  |  | 
| 
 | 
 
 uçan makina
  kurgu bilim benim icin halen eşsiz bir edebiyat türü. dün akşam oturdum, ray bradbury'nin 1970 yılı "the golden apples of the sun"  adlı kitabında yer alan 'flying machine'  ya da 'uçan makina' adlı hikayesini çevirdim. hikayede kurgu var. bilim pek yok.  dörtyüz senesinde büyük çin seddinde kayzer  yuan hüküm sürerdi ve yağmurlardan sonra topraklar yemyeşil renklere bürünüp bir  sonraki hasat mevsimine hazır olurlardı. onun hakimiyetindeki insanlar ne çok  mutlu ne de fazla kederli değillerdi. yeni senenin  ikinci ayının birinci haftasının birinci gününde sabah erkenden kayzer çayını  höpürdeterek yudumlarken bir taraftan da yeni günün esintisine karşı yelpazesi  ile serinlemeye  çalışıyordu.. ki  bir hizmetkar bahçenin mavi-kırmızı tuğla duvarından atlayarak ona doğru koştu  ve heyecanla seslendi:   “oh.. bir  mucize, majesteleri, bir  mucize!” “evet”  dedi kayzer, “bugün hava fevkalade  okşayıcı.” “hayır,  hayır, bir mucize!” diye tekrarladı hizmetkar kayzerin önünde acele  eğilerek. “ve bu  çay ağzımda ne kadar güzel bir lezzet bırakıyor, bu da tabii ki bir  mucizedir.” “hayır,  hayır  majesteleri!” “o  zaman bırak ben tahmin edeyim: güneş yükseldi, yeni bir gün başladı. veya deniz  masmavi. bu cidden mucizelerin en güzeli  olmalı.” “majesteleri,  orada bir adam  uçuyor.” “ne?”  kayzer yelpazelenmeyi  bıraktı. “onu  yukarda havada gördüm, bir adam, kanatları ile uçan bir adam. gökyüzünden  birinin seslendiğini duydum ve yukarı bakınca onu gördüm. bir ejder ve ağızında  kağıtlardan ve bambulardan bir adam. tıpkı güneşin ve yeşil otların  renginde.” “vakit  oldukça erken.” dedi kayzer “ve sen henüz bir rüyadan yeni  uyanmışsın.” “vakit  erken, ama ben kesin olarak gördüm onu! gelin benimle onu siz de  göreceksiniz.” “otur  yanıma.”dedi kayzer, “bir tas çay iç. olağandışı bir şey olmalı – eğer doğruysa  tabii -  bir adamı uçarken görmek. bunun  üzerinde düşünmen  için senin biraz zamana ihtiyacın var. benim de kendimi bu görüntüye  hazırlayabilmem  için..” ikisi de  çaylarını  içtiler. “lütfen”  dedi hizmetkar sonunda “yoksa uçup gidecek.” kayzer  düşünceli bir tavırla ayağa kalktı,” gördüğün her neyse şimdi bana da  gösterebilirsin.” ilk  önce bir bahçeyi geçtiler, sonra bir kırı, küçük bir köprünün üzerinden öteki  tarafa, bir ormanlık ve nihayet bir tepenin üzerine  çıktılar. “orada!”  dedi hizmetkar. kayzer gökyüzüne  baktı. ve  gökyüzünde bir adam vardı, gülen; ve adam o kadar yüksekteydi ki gülmesi zor  duyuluyordu. adam parlak kağıtla ve bambu kamışları ile donanmış, iki kanat ve  sarı bir kuyruktan  oluşan elbisesi ile kainatın sanki en büyük kuşu  gibi, ejderler ülkesinde yeni bir ejder gibi  süzülüyordu. adam  serin sabah rüzgarlarının içinden tee yukarlardan onlara, aşağıya doğru  bağırdı”: “uçuyorum,  uçuyorum.” hizmetkar  ona el salladı “evet  evet..” kayzer  yuan yerinden kıpardamadı. onun yerine şimdilerde günün hafif sisi içersinde  yemyeşil tepelerin arasından eşsiz bir yılan gibi heybetle uzayıp giden çin  seddine baktı.bu duvar ki onu ve hükümdarlığını ve halkını sayısız zamanlar  içersinde düşman yağmalarından korumuş sayısız zamanlar ülkenin huzuruna teminat  olmuştu. bir dere bir toprak yol ve bir  tepecik arasında büzülüp  kıvrılmış duran ve şimdi şimdi yavaşça uyanmaya başlayan bir şehire  baktı. “söyle  bana“ diye sordu hizmetkarına, “senden başka bu uçan adamı gören oldu  mu?” “bir tek  ben, majesteleri.” dedi hizmetkar , yukarı baktı ve gülerek el  salladı.” kayzer  bir süre daha yukarıya gökyüzüne baktı ve “onu aşağıya çağır.”  dedi. “hey.. hey  sen, aşağıya gel, ağaşıya.. kayzer seninle konuşmak istiyor.” diye seslendi  yukarıya doğru hizmetkar, iki elini huni gibi yapıp ağızına  götürerek. uçan  adam sabahın serinliğinde aşağıya doğru süzülürken kayzer de her bir tarafa  baktı. bir çiftçi gördü ilerde, sabah sabah erkenden tarlasını çapalayan ve  gökyüzüne bakan. kayzer çiftçinin nerede olduğunu hafızasına  yerleştirdi.. uçan  adam kağıt hışırtıları, bambu kamışlarının tıkırtıları içersinde yere  indi. gururla fakat teçhizatının karmaşıklığı  içersinde biraz da acemice kayzere doğru yaklaştı ve yaşlı adamın önünde  eğildi. “sen ne  yaptın?” diye sordu  kayzer. “ben  gökyüzünde uçtum majesteleri.” diye cevap verdi  adam. “sen ne  yaptın?” diye tekrarladı sorusunu  kayzer. “size  şimdi söyledim ya majesteleri!” diye seslendi uçan  adam. “bana hiç  bir şey söylemedin.” dedi kayzer, zayıf elini uzatıp o güzelim kağıtlara ve bir  kuşun gövdesini andıran kamışlara dokundu, onları hissedebilmek  için. makinada  halen serin bir rüzgar kokusu  vardı. “güzel,  çok güzel değil mi  majestleri?” “evet.  haddinden  fazla.” “bu  gördüğünüz dünya üzerinde ilk ve bir tane olandır.” dedi adam gülümseyerek. “ve  onu ben  buldum.” “yegane?..  tek?..” “size  yemin  ederim!” “peki  başka kim  biliyor?” “hiç  kimse. hatta karım bile; eğer bilseydi benim delirdiğimi zannederdi. benim  aslında uçan bir ejder-uçurtması yaptığımı sanıyordu.. geceleyin kalktım ve  uçurumun kenarına kadar gittim. ve sabah rüzgarı esmeye başlayıp gün doğarken  bütün cesaretimi toplayıp, majesteleri, uçurumdan atladım. uçuyordum!. fakat  karımın kat’iyen haberi  olmadı.” “bu onun  namına iyi bir haber sanırım.” dedi kayzer. “benimle  gel.” beraber  büyük konağa doğru ilerlediler. güneş şimdi neredeyse tam tepelerine doğru  yaklaşmıştı. kayzer, hizmetkar ve uçan adam kocaman bahçede  durudular. kayzer ellerini  çırptı: “hee,  muhafızlar!” muhafızlar  koşarak  geldiler. “tutun  bu  adamı.” muhafızlar  uçan adamı kollarından  yakaladılar. “celladı  çağırın!” dedi  kayzer. “ne demek  oluyor bu?” diye haykırdı şaşkınlıkla uçan adam. “ben ne yaptım ki?”  sarsıntılarla ağlamaya başladı, kağıtlar hışırdadı, çıtalar biribirlerine  sürtündü. “burada  bu adam bir makina yapmış.” dedi kayzer, “ve bize ne yaptığını soruyor. kendisi  de bilmiyor. yalnızca bir şeyler icat ediyor; neden yaptığını ve ne işe  yaradığını bilmeden. ve böyle bir şeyin nelere sebep olacağını da  bilemeden.” cellat  gümüş gibi parlayan keskin baltası ile seğirtip geldi; çıplak adaleli kolları ve  suratında beyaz, neşeli bir maske  ile. “bir  saniye.” dedi kayzer. yan tarafta duran ve üstünde tuhaf bir makine duran bir  masaya döndü. bunu kendisi yapmıştı. boynunda asılı duran minik altın bir  anahtarı çıkartarak minik makinaya yerleştirdi, döndürdü, makinayı  işletti.. makina  metal ve kıymetli taşlarla işlenmiş bir bahçeydi. çalıştırıldığı zaman,  içersinde metal ağaçların üzerlerine tünemiş olan minik kuşlar ötüyor, minik  ormanların içersinde kurtlar dolaşıyor ve minik insanlar güneşin ışığı ie  gölgeler arasında minik yelpazelerini sallaya sallaya oraya buraya  dolaşıyorlardı. etrafta öten kristal kuşların cıvıltılarını dinleyerek inanılmaz  küçüklükteki bir akar çeşmenin önünden  geçiyorlardı. “bu  ne kadar güzel değil mi?” dedi kayzer. “ eğer bana, ne yaptın burada sen diye  soracak olursanız, size açıklıkla diyebilirim ki, kuşlara ses verdim ormanlara  mırıltı, insanları gölgelerin ve yaprakların üzerlerinden yürüyerek bu ağaçların  içersinde gezdirdim, onların kuş seslerinden mutlu olmalarını sağladım. yaptığım  bu.” “fakat  majesteleri” diye gözlerinden yaşlar fışkıran uçan adam  yalvardı        “ben de ona  benzer bir şey yaptım! güzellikleri gördüm. sabah esintisinde uçtum. aşağıda  halen uyumakta olan evleri ve bahçeleri seyrettim.deniz kokusunu burnuma çekip  saklandığı tepelerin arkalarına baktım. ve bir kuş gibi süzüldüm gökyüzünde.  beni bir tüy gibi oraya bir buraya yelpazeleyip götüren rüzgarla, etrafımda  dolaşan o rüzgarla. bilemessiniz sabahları gökyüzünün nasıl mis gibi koktuğunu.  ve insanın kendisini nasıl özgür hissettiğini! bu, majesteleri güzel olan. bu da  güzel!.“ “evet.”  dedi kayzer, biraz da hazin bir tavırla “sanırım bunlar aynen senin söylediğin  gibidir. zira sen gökyüzünde uçarken ben de de yüreğimin seninle beraber  uçtuğunu hissettem. sordum kendikendime. nedir bu? nasıl bir duygu bu? yukardan,  bu muhteşem yüksekliklerden dereler nasıl görünürler? ve evler, hizmetkarlarım,  karıncalar ve uzaklarda daha henüz uyanmamış  şehirler?” “o  halde canımı  bağışlıyorsunuz.” “fakat  öyle bazı zamanlar vardır ki” diye devam etti kayzer, daha da hüznlü “insanların  ellerinde olan birkaç güzelliği halen ellerinde muhafaza edebilmeleri için bazı  birkaç güzelliklerden mutlaka fedakarlık yapmaları gerekir. ben senden  korkmuyorum. benim korktuğum bir başka  adam.” “hangi  adam?” “herhangi  birisi.seni parlak kağıtlarının ve bambu kamışlarının içersinde uçarken görüp  onun bir aynisini yapacak olan adam. fakat bu diğer adamın kötü bir suratı ve  kötü bir kalbi olacaktır. ve işte o zaman elimizdeki güzellikleri dahi  kaybedebiliriz. o adamdan  korkuyorum.” “fakat  niçin?” “kim  diyebilir ki bir gün böyle bir adamın kağıtlar ve kamışlarla donanmış olarak  gökyüzüne çıkmayacağı, oralarda uçmayacağı ve insanların üzerine, büyük çin  seddinin üzerine, hizmetkarlarımın üzerine kocaman kocaman taşlar atmıyacağı?”  diye sordu  kayzer. kimse  yerinden kıpırdamadı. hiç kimse ağızını açmadı. tek kelime  söylenmedi. “kesin  kafasını!” diye emir verdi  kayzer. celladın  gümüş baltası havada  vınladı. “ejderi,  kağıtları, bambuları ve uçan adamı yakın. küllerini beraberce bir çukura gömün”  dedi  kayzer. hizmetkarların  hepsi emirleri yerine getirmek için hemen  çekildiler. kayzer  uçan adamı ilk gören sadık hizmetkarına döndü. “ağızını sıkı tut. gördüklerinin  hepsi bir ruyadan başka bir şey değildi. ve maalesef çok çok güzel bir ruya. ve  tarlada sabah çalışan çiftçiye de ayni şeyleri söyle. gördükleri, her ne  gördüyse hayalden başka bir şey değildir. eğer bunların etrafta konuşulduğunu  duyarsam ilk defa bir saniye içinde senin ve çiftçinin kafaları  gider!” “çok  bağışlayıcısınız  efendimiz.” “bağışlayıcı?  hayır..” dedi ihtiyar adam. bahçe duvarının arkasında güzelim makinanın parlak  kağıtlarını ve bambu kamışlarını yakan adamlarına bakarak. sabahın mis kokusunu  andıran bir duman yayarak etrafına. gökyüzüne yükselen o dumanı  izleyerek.. “hayır.  ancak şaşkınlık ve dehşet  içersindeyim.” askerlerin  derin bir çukur kazmalarını izledi. sonra külleri içine  atmalarını. “bir  insanın hayatı milyonlarca diğerlerine oranla ne kadar değer taşıyabilir? bu  düşünceden hareket ederek hiç olmazsa biraz teselli  buluyorum.” boynunda  sılı duran minik altın anahtarını aldı ve bir kere daha masanın üzerinde duran  minik makinasını çalıştırdı. orada durdu ve pencereden uçsuz bucaksız ovalara,  topraklara, bir yılan gibi kıvrılan çin seddine, huzurlu şehirlerine yemyeşil  tarlalara, akan dereciklere ve nehirlere baktı. içini  çekti. masanın  üzerindeki makinacık mırıltılarla, tıkırtılarla halen çalışıyordu. içersinde  minicik insanlar ormanlarda dolaşıyorlardı, minicik tilkiler, gümüşi parlayan  tüylerinle güneşin girebildiği ağaçların altında sessizce yürüyorlardı.  ağaçların altında parlak sesler, pırıltılı mavi ve sarı renkler, yukarıya  küçücük gökyüzüne doğru uçuşan  yapraklar... “oo!”  dedi kayzer gözlerini yumarak   “şu kuşlara  bak!”   
 
 YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
 
 
 |     
 | Tüm Yazarlar |                     |          | 
|  |  | 
 |  |