
O cumartesi sabahı birlikte uyandık. Mutfağa birlikte girdik. Çay, zeytin, peynir ve ekmekten oluşan kahvaltımızı birlikte yaptık. Evden birlikte çıktık. Zübeyde Ana arkamızdan baktı. Metroya birlikte bindik. Üstünde annenin gül elleriyle yıkayıp ütülediği, yakasız güzelim beyaz gömleğinle ve tiril tiril pantolonunla heyecanlısın. Saçların taralı. 18 yaşın pırıltısı yüzünde. Tebessüm ediyorsun. Fişek gibisin.
Gösteriye gidiyoruz kardeşim. Heyecanlı, meraklı ve coşkulusun. 1980’de daha beş yaşındaydın. Herşeyi öğrenmek istiyorsun. Seninle gurur duyuyorum kardeşim.
Evet metroya birlikte bindik. Saat 14’te 14’te Republique (Cumhuriyet) durağında indik.
Meydana çıkar çıkmaz; çocuklar, bildiri dağıtmaktan gururlu, bildirilerinden birer tane verdiler. Aldık.
Meydanda gösteri yapacaklar toplanıyor. Ellerinde ve ağaç dallarında bayrakları. Türküler yırlıyorlar. Paris, kulak kesilmiş, dinliyor.
Meydanın tam ortasındaki Cumhuriyet Anıtı, 14 Temmuz 1884’ten bugüne gelen bilmişlik, sevecenlik ve olgunlukla göz kırpıyor. Meydanın Temple Bulvarı yönündeki alan doluyor.
Meydana açılan sokak, cadde ve bulvarları dolaşıyoruz birlikte.
Tıklım tıklım...
Temple sokağında üç otobüs dolusu CRS (Toplum Polisi). Birkaçı otobüslerin yanında söyleşiyor. Diğerleri otobüslerinde: Kimi gazete okuyor. Kimi sohbette. İçlerinde çok çekimli ve çok güzel bir bayan. Ferhat’la göz göze geliyor. Ferhat’a gülümsüyor.
Ferhat anlatıyor:
“Ben boğulmam abi. Ben ki Diyarbakır’ın Küpeli Havuzu’nda yüzmeyi öğrendim. Surlardan balıklamalar yaptım. Dicle’de ve Fırat’ta ve Hilar Çayı’nda çimdim. Urmiye Gölü’nde kulaç attım. Ben boğulmam abi. Hazar Gölü’nü bilirsin. Hani kıyısında, ailecek piknik yapardık, eski zamanlarda. Çok uzak olmayan eski zamanlarda. Hazar Gölü onurludur abi. Çocukları boğmaz. Zülküf Dağı’nın dağ çiçekleri, yoldan peşpeşe geçen kıpkızıl biber yüklü kamyonlar, Palu Dağı, Ergani-Maden Bakır İşletmesi işçileri, Güleman Krom İşletmesi işçileri tanığımdır.
Ah! O batasıca Keban Barajı, Elazığ’ı baştan çıkaran odur. Elazığ’ı sayma abi. Ama eski Harput var ya, o da tanığımdır.”
Evet Ferhat'tır konuşan. Tarih de.
Republique Meydanı’nı Bastille Meydanı’na bağlayan üç büyük bulvarı birlikte geçiyoruz. İnsan seli akıyor. Sadece bulvarlar değil, kaldırımlar da dolu: Konfeksiyon atölyeleri, lokantalar, dönerciler, kahveler, bakkal dükkanları, kitapçılar, bürolar boşalmış: Güzel insanlar Paris sokaklarında. Paris’in Kürt halkı yürüyor. Ben diyeyim dört bin, sen de beş bin kişi. Stranlar, şarkılar, marşlar ve halaylarla. Pankartlar, sloganlar ve bildirilerle.
Davul ve zurna sesleri İstanbul’dan duyuluyor mu? Başıbozuk Ankara. Öksüz Anadolu.
Hava güneşli mi güneşli. Isıtıyor güneş. Gölgeden yürüyüp, Bastille Meydanı’nda, Faubourg-Saint-Antoine sokağının başına ulaşıyoruz. Paris’in tarihi işçi ve esnaf mahallesi. 1789’da “Baldırı-Çıplakların” isyan, bayrağını açtığı,1871’de Komünarların işçi iktidarı arayışını yaşadıkları mahalle. Bastille Zindanı’nın yerle yeksan edilişinden bu yana iki yüzyıldan fazla bir zaman geçti: Zindanın yerinde şimdi kocaman bir Özgürlük Anıtı: Anıtın tepesindeki genç kız kanatlanmış, başı gökyüzüne değdi değecek, çıplak bir ampul gibi göz kamaştırıyor.
Ferhat, Anıtı süzüyor. Sonra bana bakıyor: “İletişim, basın ve yayın demokrasinin vazgeçilmez asli unsurlarından biridir’ diyenler, niçin gazetecilik yapmamızı engelliyorlar?” diye soruyor. Ah! o hain “demokrasiler”. O demokrasi demagogları. 1950 ve 1960’larda Fransa’da Cezayir Savaşını yazmaya cesaret edemeyen hain kalemler...
“Abi, üç aylık stajımda çok şey öğrendim. Ama gazetecilikte öğrenmek istediğim daha çok şey var. Görmek istediğim ülkeler. Tanışacağım insanlar. Ben Paris’te Gazetecilik Okulu’na kayıt yaptırmak istiyorum.”
Peki diyorum. Ve pazartesi günü Louvre Sokağındaki Gazetecilik Okulu’na kaydettiriyorum Ferhat’ı.
Hiç kuşkum yok, Ferhat çok mükemmel bir gazeteci olacak.