
Çarşamba akşamı rastladım sana Adberilgen diye başlıyorum yazıma. Her gün her an yeni bir başlangıçtır Breslev Hasidik öğreti böyle der kullara. Boris Moiseevich Leibzon tekrar hayata getirmek, yaşama döndürmek için yazıyorum bu akşam.Belki bir yerde bir boyutta onunla bu şekilde tanışmış ve/ya selamlaşmış oluyorum. Yitip gidenler kervanında Borisi 2025 Kasımına taşıyorum.
Boris Moiseevich Leibzon, 1900’lerin başında Rusya İmparatorluğu’nun batı ucundaki yoksul ama onurlu bir Yahudi ailesinde dünyaya geldi. Soyadı “Leibzon”, babasının “Moşe” adını taşımasından geliyordu—Yidiş geleneğinde “Moiseevich” yani Moşe’nin oğlu Boris.
Ştetlin sokakları çocukluğu boyunca iki ses arasında gidip geliyordu: bir yanda fırınlardan yükselen taze ekmek kokusu, diğer yanda pogrom söylentilerinin uğursuz uğultusu. Boris, bu karanlık atmosferde bile okuma yazmayı çok erken çözen, fazlasıyla meraklı bir çocuktu. Annesi ona Tanah’tan hikâyeler anlatırken, babası eski bir Tevrat rulosunu sandıktan çıkarır ve “Okuyabilen bir Yahudi, dünyadan sürülse bile kendini kaybetmez” derdi.
Bu söz, Boris’in bütün hayatına yön verecekti.
Ergenlik yıllarında Boris’in zekası tüm topluluk tarafından fark edilmişti. Ştetlin hahamı onun için,
“Kendi kuşağının değil, gelecek kuşakların sorularını soran bir çocuk” derdi. Ancak dönem Yahudilerinin kaderi gibi onunki de engellerle doluydu. Rusya’da üniversiteye girişte Yahudilere kota uygulanıyordu. Buna rağmen Boris, Kiev’deki gizli Yahudi öğrenci çevrelerine katıldı. Burada ilk kez sahte pasaportla düzenlenen okuma gruplarına katıldı: Spinoza, Maimonides, Tolstoy, Herzen, Marx, Berdyaev…
Bir akşam, el yazması bir Yidiş şiir kitabını masaya koyup şöyle demişti:
“Bir halkın ruhu kayboluyorsa, önce dil ölür.”
Bu söz ileride onun çalışmalarının merkezine dönüşecekti.
Soğuk bir kış sabahıydı, Moskova’nın gri bulutları şehri sarmış, sokaklarda kar taneleri usulca dans ediyordu. Genç Boris Moiseevich Leibzon, üniversite koridorlarının sessizliğinde, elinde kalın bir not defteriyle adımlarını sayıyordu. Hayatını büyük bir coşku ve gösterişe değil, bilgiye, teoriye ve stratejik düşünceye adamıştı. Bu sessiz yolda ilerlerken, Sovyetler Birliği’nin karmaşık bürokrasisi ve uluslararası devrim hareketlerinin çetrefilli dünyasıyla tanışacaktı.
Leibzon’un gençliği, Sovyet idealizminin yükseldiği döneme denk gelmişti. Sokaklarda devrimci sloganlar yankılanıyor, üniversite salonları ideolojik tartışmalarla dolup taşıyordu. Ancak Boris için bu coşku yeterli değildi. O, devrimin yüzeyinin ötesini görmek, stratejiyi anlamak ve hareketin pratik sorunlarını teorik bir mercekten incelemek istiyordu. Her fikir tartışması, her siyasi makale onun için bir harita parçasıydı, dünyayı anlamak ve geleceği şekillendirmek için çizdiği bir planın adımları.
Akademik yolculuğu, kısa sürede Komintern politikalarını ve uluslararası komünist hareketin tarihini derinlemesine incelemesine imkan verdi. Genç yaşta kalemi ve analitik zekasıyla, büyük kongrelerde alınan kararların ardındaki stratejik niyetleri çözebiliyordu. Özellikle 7. Komintern Kongresi’nin tarihsel önemi onun dikkatini çekti. Delegelerin davranışları, ideolojik çatışmalar ve karar mekanizmaları, onun defterlerinde ayrıntılı şekilde analiz edilirdi.
Boris, sahnede göze çarpmayan bir figürdü. Halk onu tanımaz, medyada adı geçmezdi. Ancak akademik dünyada, sessizliği kadar derin bir etkisi vardı. Onun eserleri, Sovyet entelektüellerinin ve komünist partilerin strateji masalarında sıkça referans olarak kullanılıyordu. “Поворот в политике Коминтерна” ve “Международное единство коммунистов: исторический опыт, принципы, проблемы” adlı çalışmaları, dönemin devrim stratejilerini anlamak isteyen herkes için bir rehber niteliğindeydi.
Leibzon’un yaşamı sadece teoriyle sınırlı değildi. Onun kalemi, anarşizmden Troçkizm’e, Maoizm’den uluslararası dayanışmaya kadar farklı ideolojik akımları inceliyor, her birinin güçlü ve zayıf yönlerini ortaya koyuyordu. Sessiz ama keskin bir gözlemci olarak, hareketin sadece pratikte değil, düşüncede de sınavdan geçtiğini görüyordu.
Kimi kaynaklar Leibzon’un Yahudi kökenli olduğunu işaret eder. Belki de bu, onun tarih boyunca ayrımcılığa uğramış toplumlardan edindiği empatiyi ve derin toplumsal analiz yeteneğini besleyen bir unsurdu. Kim bilir, belki de bu sessiz güç, onu gözlemlerinin ve analizlerinin merkezine yerleştiriyordu.
Hayatının ilerleyen yıllarında, Boris Moiseevich Leibzon, Sovyet arşivlerinde ve akademik yayınlarda saygın bir isim olarak anıldı. Onun eserleri, sadece tarihin belgeleri değil; aynı zamanda stratejik düşünce, analiz yeteneği ve sessiz bir devrimin izleri olarak günümüze ulaştı.
Leibzon’un hikayesi, büyük bir gösterişe ihtiyaç duymayan bir deha portresidir. O, adımlarını sessizce atan, devrimlerin gölgesinde düşüncelerini şekillendiren ve tarih boyunca fikirleriyle etkilerini sessizce bırakan bir entelektüeldi. Onun yaşamı, okuyanlara yalnızca politik bir tarih dersi vermekle kalmaz; aynı zamanda bilgi, analiz ve stratejinin gücünü de gösterir.