![]() |
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
Bir Zamanlar Kültür Kenti Ankara
![]() Carl Ebert tiyatroya büyük katkılarda bulunmuş, Cumhur Başkanlığı Orkestrası Dr. Pretorius yönetiminde Avrupa Orkestraları düzeyine çıkmış, Ebert’in öğrencileri Devlet Tiyatrosunu birbirinden güzel oyunlarla Ankaralı izleyicilere tiyatro zevkini tattırmıştı. Devlet Operası dünyaca ünlü operaların yanında yerli operaları da sahneleyerek inanılmaz şölenler sergilemişti. Plastik alanda Devlet Resim ve Heykel Sergileri resmimizin hiç deyabana atılamayacak düzeyini büyük coşkular içinde sergiliyor, Çanakçılı Ödülü yıldız sanatçıları parlatıyor, birkaç entelektüelin yaşam verdiği HELİKON Derneği müzik dinletilerinin yanında plastik alanda sergiler düzenliyor, yeni sanatçılar yetiştirmeye çalışıyordu… Üniversitede ve bazı salonlarda şiirler okunuyor, münazaralar yapılıyor, Edebiyatın ve Sanatın her kolunda Cumhuriyetin başlattığı devrim bütün canlılığıyla sürüyordu. ![]() 1946 yılında böyle bir Ankara’nın içine düştüm. Büyük sinemanın açılışının da Ankara’da bir olay olduğunu, kırmızı halılarla döşenmiş, Turgut Zaim ve Nurettin Ergüven’in yaptıkları panolarla süslenmiş giriş kapıları ve bir Madamın servis yaptığı pastanesi… İnanıyorum ki, yayınlanan müziği ve nefis pastalarıyla Ankara’nın kültür yaşamına katkılarda bulunuyordu. Bach’ın violensel süiti ile Hoffman’ın Masalları’nı film başlamadan önce Büyük Sinema’da dinlediğimi bugün gibi anımsıyorum. Pazar günleri pastanede kahve içip oturmak ve sonra da kırmızı halılar serilmiş merdivenlerden yukarı çıkıp, biletinizi elinizden alan güzel bir kızın gösterdiği yere oturup film izlemek büyük bir ayrıcalıktı. Piknik hakkında çok yazanlar oldu ama Ankara’ya neler kattığını, orada bira içerken, başka yerde rastlayamayacağınız birçokkişiyle yan yana bir şeyler yemek ayrıcalığını doğal bir biçimde yakaladığınızı anımsatmak isterim. O zamanlar şair, müzisyen, ressam, yazar ve kültür adamları bir araya gelir konuşur, dergiler okur, tartışırlardı. Kimsenin birbirinden saklayacak bir şeyleri yoktu. Küçük tartışmalar, kavgalar bile olsa kırıcı değildi; sanatçılar birbirlerinden bir şeyler öğrenmeye bakarlardı. Sözünü ettiğim ortak alanlar dışında bir evde veya atölyede buluşan sanat adamları sohbetin bir yerinde haydi kalkın bilmem kimin evine gidelim derve orada sohbet sürdürülürdü. Bir de Kürdün Meyhanesi vardı ki özlemle ararım onu… Akşamüzerleri bir iki kadeh şarap içmeye gelenlerin arasında Cahit Sıtkı Tarancı’yı, Suat Taşer’i, Turgut Zaim’i, Eşref Üren’i, görebilme şansınız yüksek olurdu. Şarap kokusu ve sigara dumanlarının buğulu atmosferinde, her şey konuşulurdu orada… Resim satılmazdı pek; yazarlar satış rekorları kırmak, ünlü olmak gibi tutkuların peşinde değildi; denilebilir ki işin içine para karışmamıştı; herkes sanatın peşindeydi, yaptığının daha iyisini yapmaya uğraşıyordu ve yaptıkları yaşamlarının tanıklarıydı… Resim galerileri yok denecek denli azdı; Yabancı kültür merkezlerinin galerileri dışında bir iki özel galeriden başka sergi açacak yer de bulunmazdı. Resim satışı olmadığından mı galeri yoktu yoksa galeri olmadığı için mi resim satılmazdı. Yılda bir kez açılan Devlet Resim ve Heykel sergisinde Devlet Kurumları ve bankaların aldığı resimlerin dışında resimler henüz para eden bir meta olmamıştı. Tek tük açılan sergilerde de satış yok denecek denli azdı. Ama satılmasa da ressamlar üretime devam ederlerdi, çünkü bu onların yaşam biçimiydi. ![]() Ortaokul ikinci sınıftayım, Konya’da. Ben orta sırada oturuyorum; sağdaki sırada da okula yeni girmiş, lacivert elbiseli sarışın bir çocuk; yanındaki arkadaşıyla fısıltıyla gülüşüyorlar. Adının Turgut Uyar, olduğunu sonra öğrendim. O yıllarda şiir yazdığını bilmiyorum… Yine ortaokulun ikinci sınıfının başka bir dersliğinde, adı şaire çıkmış Ümit adında bir çocuk vardı. Sakin konuşurken kekeleyip, heyecanlandığı zaman düzgün konuşan kısa boylu bir çocuk… Arkadaşlarına şiirler yazarmış. Ben, tatilde gördüğüm bir kıza âşık olmaya karar vermişim. Âşık oldum demiyorum; arkadaşlarımın hepsinin sevgilileri var; ben de bir sevgili bulmalıyım, diyerek İstanbul’un, İkinci Dünya Savaşı sırasında boşaltılıp bir kısım insanların ta Anadolu’ya gittikleri yılda benim doğduğum kente gelmiş güzel bir kıza rastlayınca, benim sevgilim de bu olsun, demişim. Kızla hiç konuşamamışım, daha doğrusu konuşabilecek bir ortamda bulunmamışız; tek taraflı bir duygulanma… Tatil bitti okula döndüm; ama aklımdan çıkaramıyorum. Ümit’in dersliğinde bir arkadaşım var, bana dedi ki “ben Ümit’e senin kızın adına bir şiir yazdırırım.”Ve Ümit kızın adının harflerini mısraların başına koyarak bana bir “akrostiş” yazdı… Ne mutluluktu! O, bana, beni tanımadan benim için şiir yazan küçük Ümit büyüdü ve ünlü bir şair oldu: Ümit Yaşar Oğuzcan… Yine Konya’da lise son sınıfta Bekir Sıtkı Erdoğan’la arkadaş olduk. Hancı şiirini yazdığında Samsun’da eğitimdeyiz, ceketinin küçük cebinden bir kâğıt çıkartıp, yeni yazdım, diyerek bana okumuştu. İlk bana okuyordu… Ben, resimde modern çalışmalara başlayıncaya kadar sürdü arkadaşlığımız. Modern resme yönelmekle onun arkadaşlığını kaybetmiştim; klasik tarzda resimler yapmalıydım! Bu yüzden cumartesi günleri bize resim dersleri veren hocam Ali Rıza Bayezıt’la da aram bozulmuştu. O da modern resmi saçmalık olarak görmekteydi. 1946-50 yıllarında her hafta sonu Ankara’da ressam Eşref Ürene giderdim; hocam Yaprak dergisi alırdı ve büyük bir zevkle Orhan Veli’nin, Oktay Rifat’ın, Melih Cevdet’in şiirlerini okurdu. Ama gariptir ki şiirde modernlere hayran olurken resimde soyut resmi kabul etmezdi. Yaprak dergisinde çıkan şiirleri evine Pazar günleri gelen konuk arkadaşlarına da çok beğenerek okur, şiirler hakkında uzun uzun konuşurdu. Ben de Yaprak dergisinin tüm sayılarını almıştım. Garipçilerin şiirlerini severek okurdum… Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiirlerini keşfettiğimde 1950’deydim ve şiirlerin çoğunu ezberlemiştim. Coşkulu şiirlerdi; Anadolu’dan resimler yaparken bazı resimlerine şiirler de ekliyordu; Dil Tarih Coğrafya fakültesinin girişindeki küçük galeride sergilediği yaralı bir hasta adam resminin üzerine (Yaralarım göz göz oldu hekim gözleyi gözleyi.) diye yazmıştı. Ümit Yaşar Oğuzcan’a çok sonra Ankara’da rastladığımda ünlü bir şair olmuştu ve keyifle boşalttığı rakı şişelerinin içine şiirler yazıp resimlerle süslüyordu. Ankara Zafer Meydanı Adil handa atölyem vardı, bir yandan resim yapıp bir yandan da küçük dekoratif işlerle yaşamımızı sürdürüyordum. Bir gün, Bakanlıklarda yürürken önümden giden subayı tanıdım. “Turgut!” diye seslendiğimde dönüp şaşkın şaşkın bana bakan Turgut Uyar’dı. Posof’taymış, pek yakında askerlikten ayrılacakmış genç Yüzbaşı… Atölyeme birlikte gittik. Turgut birkaç ay sonra sivil kıyafetle atölyemin kapısında belirdi. Emekli olmuş, evini de Ankara’ya taşımış. Evine çağırdı. Eşim ve çocuklarımla gittik, yılların biriktirdiği özlemle içtiğimiz rakının ardından cebinden çıkarttığı kâğıttan yeni yazdığı Geyikli Gece şiirini okudu. Şiir çok uzun ve imgelerle doluydu; buğulu bir atmosfer içindeki Turgut Uyar’ın dünyasına Geyikli Gece ile ayak basıyordum. Sık sık evlerimizde buluşmanın yanında, o da atölyeme her gün geliyor ve o küçük dekoratif işlerde bana yardım ediyordu. Turgut’un arkadaşları (Yılmaz Gruda, Tevfik Akdağ, Güner Sümer, Tarık Dursun ve İlhan Berk) de sık sık bana uğrar olmuşlardı. Hamlet rolüne çıkan ilk kadın oyuncu olan Nur Sabuncuyu da Turgut getirmişti; Nur, Devlet Tiyatrolarında bir oyun için hazırlanıyordu, konuk oyuncu olarak… İlhan Berk desık sık uğrardı. Bekir Sıtkı Erdoğan İstanbul’dan gelmiş, bana uğradı, İspanya ve şal üzerine yazdığı bir şiiri okumuştu. Şairlerin ceketlerinin küçük cebinde her zaman yeni yazdıkları şiirler olurdu. Mustafa Şerif Onaran ve eşi Leziz Onaran da hastaneden vakit buldukça uğrarlar ve güzel sohbetler ederdik. Leziz Onaran benim hastalıklarımda da yanına gittiğim bir dosttu. Turgut Uyar çalışmalarıma tanık oluyordu, resimle ilgilenirdi. Çok beğendiği büyük bir resmimi al götür evine demiştim, evine gittiğimde resmin bütün duvarı kapladığını görmüştüm. Turgut, Halk sokaktaki atölyeme de Bilge Karasu ve Can Yücel’le birlikte gelmişti Nuri İyem konuğumken. Benim aniden ateşim çıkmış titremeler içinde yandaki odaya yatmıştım. Can Yücel’in sesi geliyordu gümbür gümbür; BBC radyosundaki günlerini anlatırken Dylan Thomasadı geçiyordu sık sık; Onu çok beğendiği belliydi. Turgut, (şu Can’daher şey var şair olması için;) diyecekti sonradan… Turgut Uyar, Devlet Kâğıt Dağıtım Şirketinde çalışıyordu. Eşinden ayrılmıştı. Tomris Ankara’ya geldiğinde onu konuk edecek yeri yoktu. Tomris gündüz benimle atölyede kalıyor, akşam olunca ben eve gidiyordum, Turgut dagelmiş oluyordu. Kiralık bir ev buluncaya kadar öyle idare etmişlerdi. Hasan Hüseyin Korkmazgil’le bir sergimde tanışmıştık. Sergi hakkında uzun bir yazı yazmıştı, (Beyazlar Ülkesinin Egemeni Cemil Eren) diye. Çok coşkulu bir şairdi. Resim sergileri üzerine yazılar yazardı, Kızılırmak şairi Hasan Hüseyin Korkmazgil. Giderek iyi dost olmuştuk. Ama ne yazık ki aramızdan çok erken ayrıldı. Şiiri sadece okumakla kaldım, bir kez denedim yazmayı, ortaokulda; çok berbat bir şey oldu, şair olamayacağımı anlayıp bir daha yeltenmedim; ama benim yazar ve şair dostlarım her zaman, senin resimlerinde zaten var şiir, derlerdi. Bu doğruydu, şiirselliği yakalayıncaya değin resimlerimi bitmiş saymam; renklerle biçimlerle varılan, şiirle, sözcüklerle yakalanan şiirselliğin arasındaki ayrım araçlardaydı… Sözcükleri bir düzen ve anlam içinde birleştirmekle şiire varılamadığı gibi, uyumlu renkler ve biçimlerle oluşturulan bir resimde de şiirsellik yakalanamıyordu; şiir anlatılamayan ama duyulabilen bir olguydu, belki de yaşamın özüydü; her şeyi kapsayan yaşamın, bütün güzellikleri ve acıları kavrayarak yaşamanın anlatımı… Şiir görünümünde yazılan ve şiir diye adlandırılanların içlerinde kaç tanesi şiir olabiliyor du! Resim gibi görünüp deinsanı sarsamayan resmin resim olmadığı gibi… Bu yazı Hayal Dergisinde de yayınlanmıştır. ![]()
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
![]() ![]()
| Tüm Yazarlar |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
|
![]() |