![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
Timsahın Yerine Çığlık: Ekoloji, Moda ve Kapitalizmin Yeni Masalı
Bir sabah uyanıyoruz ve bir moda markasının logosu değişmiş oluyor. Yıllardır küresel tüketim kültürünün simgelerinden biri haline gelen Lacoste timsahı, bu kez yerini nesli tükenmekte olan on hayvana bırakıyor. Vaquita yunusu için yalnızca 30 tişört, Sumatra kaplanı için 350, Anegada leguanı için 450 adet üretiliyor. Her ürün, doğada kalan gerçek canlı sayısını temsil ediyor. Kampanya saatler içinde tükeniyor. Sosyal medya alkışlarla doluyor. “Ne kadar anlamlı”, “Ne kadar farkındalık yaratıcı” deniyor.Peki gerçekten ne oldu? Bu kampanya, yüzeyde ekolojik bir hassasiyetin ifadesi gibi görünse de, daha derine inildiğinde kapitalizmin doğayla kurduğu ilişkinin yeni ve daha sofistike bir biçimini açığa çıkarıyor. Çünkü burada doğa, yine bir hikayeye, bir simgesel ürüne ve nihayetinde bir tüketim nesnesine dönüşüyor. Canlıların yok oluşu, piyasanın diliyle “kıtlık” olarak kodlanıyor ve bu kıtlık, etik bir alarmdan ziyade pazarlama değerine çevriliyor. Kapitalizm her zaman kıtlıkla çalışır. Petrol kıttır, su kıttır, zaman kıttır. Şimdi yaşam da kıtlaştırılıyor. Bu kez yalnızca üretim değil, vicdan da pazarlanıyor. “Bu tişörtü alarak bir canlıyı temsil ediyorsun” deniyor. Satın alma eylemi, politik ya da kolektif bir mücadele değil, bireysel bir ahlaki rahatlama biçimine dönüşüyor. İnsan, sistemi sorgulamadan iyi hissetme hakkını satın alıyor. Doğayı yok eden sistem, şimdi doğayı koruma anlatısını da sahiplenmektedir. Bu, ekolojik kapitalizmdir. Doğayı kurtarmayı vaat ederken, onu hala piyasanın diliyle konuşur. “Satın al, farkında ol, destek ver” der. Ama asla “daha az üret, daha az tüket, sistemi sorgula” demez. Kampanyanın bu kadar ilgi görmesi tesadüf değildir. İnsanlar gerçekten endişelidir. İklim krizini, türlerin yok oluşunu, geleceksizliği hissederler. Ancak bu endişe, kolektif politik mücadeleye değil, bireysel tüketim davranışına kanalize edilir. Böylece ekolojik kaygı, radikal bir dönüşüm çağrısı olmaktan çıkar, sistemin içine emilir. Antikapitalist bir perspektiften bakıldığında ise mesele nettir. Doğa bir meta değildir. Bir canlının varlığı, bir tişörtle temsil edilemez. Ekolojik adalet, pazarlama stratejileriyle sağlanamaz. Gerçek bir ekolojik duruş, üretim ilişkilerini hedef alır. Moda sektöründe döngüsel ekonomi, zorunlu üretim kotaları, karbon ve su ayak izi denetimleri, uzun ömürlü kullanım kültürü, yerel üretim ve kamusal regülasyon olmadan “farkındalık” yalnızca bir vitrin ışığıdır. Parlak ama geçicidir. Lacoste örneği, bu yüzden ikili bir anlam taşır. Bir yandan nesli tükenmekte olan canlıları görünür kılar, insanları düşünmeye zorlar. Diğer yandan, ekolojik krizi tüketilebilir bir hikayeye dönüştürerek sistemin devamlılığına hizmet eder. Sorunu kökünden ele almak yerine, onu estetikleştirir. Asıl soru şudur. Ekoloji, piyasanın sınırları içinde mi kurtarılacak, yoksa piyasanın kendisi mi sorgulanacak? Eğer doğanın yok oluşunu gerçekten durdurmak istiyorsak, tişörtlerden daha fazlasına ihtiyacımız var. Üretimin kutsallığını değil, yaşamın kutsallığını merkeze alan bir dünyaya ihtiyacımız var. Çünkü doğa, temsil edilecek bir sembol değil, birlikte var olunacak bir bütündür. Ve hiçbir canlı, bir markanın koleksiyonuna sığacak kadar küçük değildir. Kapitalizm yalnızca doğayı yok etmez, doğanın yasını da metalaştırır. Lacoste’un kampanyasında olan tam olarak budur. Yok oluş, bu düzende bir felaket değil, yeni bir pazarlama fırsatıdır. Türlerin tükenmesi, sermaye için durulacak bir eşik değil, üstüne basılarak yükselinecek bir basamaktır. Kapitalizm, timsahın yerine kaplanı koyarken aslında şunu söyler, “Bakın, biz de üzgünüz. Ama üretmeye devam edeceğiz.” Bu sistem, yaşamı koruyamaz. Çünkü varlık nedeni, sonsuz büyümedir. Sonsuz büyüme ise sınırlı bir gezegende yalnızca yıkımla mümkündür. Moda endüstrisi, bu yıkımın vitrini gibidir, hız, israf, aşırı üretim, kısa ömürlü kullanım, sömürülen emek ve talan edilen doğa. Şimdi bu endüstri çıkıp bize “duyarlılık” dersi veriyorsa, orada durup düşünmek gerekir. Lacoste’un yaptığı şey, Marx’ın çok net biçimde tarif ettiği meta fetişizminin ileri bir aşamasıdır. Artık sadece ürün değil, etik de metalaşmıştır. Vicdan, satın alınabilir hale gelmiştir. Bir tişört giyerek “doğru tarafta” olma hissi, sınıf mücadelesinin, politik örgütlenmenin ve kolektif direnişin yerini almıştır. Bu, tesadüf değildir. Bu, bilinçli bir yönlendirmedir. Sorun bireylerin “yeterince duyarlı” olmaması değildir. Sorun, üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Türleri yok eden, tek tek insanların hataları değil, sermayenin kar zorunluluğudur. Ormanları yakan, denizleri kirleten, hayvanları endüstriyel üretim bandına sokan şey “kötü niyet” değil, serbest piyasa mantığıdır. Bu mantık değişmeden, üzerine kaç tane hayvan logosu basarsanız basın, sonuç değişmez. Bu yüzden bu kampanya, ekolojik bir zafer değil, ideolojik bir sis bombasıdır. İnsanlara şunu telkin eder: “Daha radikal bir şey yapmana gerek yok. Oyuna katıl, satın al, rahatla.” Oysa komünist ekoloji tam tersini söyler. Daha az üret Daha az tüket Üretimi kamusallaştır Doğayı piyasanın elinden al Yaşamı karın önüne koy Bunların hiçbiri bir moda markasının çıkarına değildir. Çünkü bu talepler, doğrudan doğruya sermayenin iktidarını hedef alır. İşte tam da bu yüzden, ekoloji bugün reklamlarda vardır ama fabrikalarda yoktur, kampanyalarda vardır ama tedarik zincirlerinde yoktur, logolarda vardır ama üretim planlarında yoktur. Lacoste’un kampanyası bize bir şeyi çok net gösterir. Kapitalizm, artık eleştiriyi bile satın alıp ehlileştirecek kadar güçlüdür. Ama bu güç, mutlak değildir. Çünkü doğa pazarlık yapmaz. Türler, PR kampanyalarıyla geri gelmez. Yok oluş, afişle durdurulmaz. Komünist bir bakış açısından gerçek ekolojik mücadele, markalarla değil, sınıflarla ilgilidir. Hangi sınıf tüketiyor, hangi sınıf bedel ödüyor? Hangi ülkeler üretim çöplüğüne çevriliyor, hangi ülkeler “yeşil bilinç” satıyor? Hangi emekçiler düşük ücretle çalışıyor, hangi tüketiciler kendini “iyi insan” hissediyor? Bu sorular sorulmadan yapılan her “farkındalık” çalışması, düzenin makyajıdır. Sonuç olarak şunu söylemek gerekir. Lacoste timsahını değiştirmiş olabilir. Ama sistemin dişleri hala yerindedir. Ve o dişler, yalnızca hayvanları değil, emeği, doğayı ve geleceği de parçalamaya devam etmektedir. Gerçek ekoloji, vitrinlerde değildir. üretim ilişkilerinin yıkıldığı yerde başlar. Marx, Kapital’de doğa ile emek arasındaki ilişkiyi anlatırken çok kritik bir kavram kullanır: “metabolik yarılma” (Stoffwechselbruch). Kapitalizm, insan ile doğa arasındaki maddi dolaşımı koparır. Topraktan alınan, toprağa geri dönmez; emekten çekilen, emeğin yeniden üretimine iade edilmez. Doğa yalnızca sömürülmez, yenilenme kapasitesi bilinçli olarak yok sayılır. Lacoste’un kampanyası tam da bu yarılmanın üstünü örter. Türlerin yok oluşunu dramatize eder, ama yok oluşu üreten üretim biçimine dokunmaz. Marx için sorun “yanlış tüketim” değil, üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Doğayı metaya dönüştüren şey bireysel tercihler değil, sermayenin kâr zorunluluğudur. Bu yüzden Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde açıkça şunu söyler: “Doğa, emeğin kaynağı kadar zenginliğin de kaynağıdır.” Ama kapitalizm bu kaynağı sınırsızmış gibi kullanır. Nesli tükenen hayvanlar, bu sınırsızlık yanılsamasının bedelidir. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde insanın doğa üzerindeki “zaferleri” konusunda uyarır: “Her zaferimiz için doğa bizden intikam alır.” Bu cümle bugün iklim krizinde, biyolojik çeşitliliğin çöküşünde ve ekosistemlerin geri dönülmez biçimde tahribinde ete kemiğe bürünmüştür. Engels’in uyarısı şuydu: Doğayı fetheden insan değil, doğa yasalarını hiçe sayan üretim biçimi felakete sürüklenir. Moda endüstrisi ise bu “zafer anlatısını” estetikleştirir. Yıkımı saklar, ürünü öne çıkarır. Murray Bookchin bu noktada Marksist geleneği ekolojik bir düzleme taşır ve çok net bir ayrım yapar: ekoloji, çevrecilik değildir. Çevrecilik, mevcut sistemin içinde “daha temiz” çözümler arar; ekoloji ise sistemin kendisini sorgular. Bookchin’e göre doğanın tahakküm altına alınması, insanın insan üzerindeki tahakkümünden bağımsız değildir. Hiyerarşi, sınıf ve iktidar ilişkileri çözülmeden doğayla barış mümkün değildir. Bookchin’in Toplumsal Ekoloji yaklaşımı tam olarak Lacoste gibi kampanyaların sınırını gösterir. Çünkü burada doğa, hala merkezi, hiyerarşik ve piyasa odaklı bir yapı tarafından “temsil edilir”. Hayvanlar konuşamaz, onlar adına marka konuşur. Halk karar vermez, tüketici seçer. Bu, Bookchin’in eleştirdiği pasif yurttaş–aktif pazar ilişkisinin birebir karşılığıdır. Komünist ve ekososyalist bir bakış açısından şu netleşir. Türlerin korunması, piyasa inisiyatifine bırakılamaz. Ekoloji, bireysel etik tercihlerle değil, kolektif siyasal dönüşümle mümkündür. Doğa, “duyarlı markalar” sayesinde değil, kamusal mülkiyet ve demokratik planlama sayesinde korunur. Lacoste’un yaptığı, Bookchin’in deyimiyle “yeşilleştirilmiş tahakküm”dür. Doğa dostu bir estetikle, doğa düşmanı bir sistem sürdürülür. Bu yüzden kampanya ne kadar “iyi niyetli” görünürse görünsün, yapısal olarak karşı-devrimcidir. Sistemi yıkmak yerine ona ahlaki makyaj yapar. Marx, Engels ve Bookchin’in ortaklaştığı yerde şu gerçek durur. Ekolojik kriz, teknik değil tarihsel bir krizdir. Bu kriz, kapitalizmin ürünüdür ve kapitalizmle çözülemez. Bir timsah logosunu değiştirmek devrim değildir. Bir hayvanı sembolleştirmek kurtuluş değildir. Gerçek ekolojik mücadele, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, doğanın piyasanın elinden alınması ve insan ile doğa arasındaki metabolik ilişkinin onarılmasıyla mümkündür.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |