![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
Avatar’ın Ormanları, Betonun Gölgesi: Kadıköy ve Bayrampaşa Arasında Hayatın Gerçekliği Üzerine
Avatar’da sunulan dünya, yalnızca fantastik bir gezegen tasviri değil, insanın doğayla, emekle ve birbirine olan bağıyla nasıl bir ilişki kurduğunu sorgulayan politik bir alegoridir. Pandora’da hayat, kapitalist üretim ilişkilerinin dışındaki bir bütünlüğe işaret eder. Toprak “kaynak” değil, yaşamdır, ağaç ticari meta değil, hafızadır, topluluk bireyin üstünde değil, onunla birlikte var olan kolektif bir özdür. Buna karşılık filmdeki sömürgeci şirket düzeni, modern kapitalizmin en çıplak biçimidir. Maden uğruna hayatı ve anlamı yok eden, karı kutsallaştıran, insanı kendi köklerinden koparan bir makine.Bu karşıtlık, uzak bir bilimkurgu metaforu olmakla kalmaz. İstanbul’un gündelik gerçekliğinde, Kadıköy ile Bayrampaşa arasındaki sosyo-ekonomik farklarda da sessizce yeniden üretilir. Kadıköy, kültürel tüketim alanları, sahil yürüyüşleri, kafeler ve görünürde “özgür” yaşam pratikleriyle çoğu zaman liberal bir ütopyanın simgesi gibi kurgulanır. Fakat bu özgürlük, çoğu durumda tüketimle eklemlenmiş bir özgürlüktür, kimliğin, estetiğin ve yaşam tarzının piyasa tarafından biçimlendirildiği rafine bir vitrindir. Bayrampaşa ise üretimin, göçün, emeğin ve sınıfsal mücadelenin sahnesidir. Atölyelerin gürültüsü, dar sokakların içindeki yaşam mücadelesi, kirli ellerin gündelik onuru… Burada hayat, romantik bir estetikten çok, maddi zorunlulukların ve sınıfsal eşitsizliğin ağırlığıyla biçimlenir. Kadıköy’de “yaşam tarzı”, Bayrampaşa’da ise “hayatta kalma” olarak adlandırılan iki farklı gerçeklik, aynı şehirde yan yana durur, tıpkı Pandora’nın ormanı ile maden kolonisi gibi. Felsefi düzlemde bu fark, insanın varoluşuna dair iki ayrı yol önerir. Birincisi, özgürlüğü bireysel tercih ve tüketim repertuarına indirgeyen liberal hayat tasavvuru, ikincisi ise özgürlüğü kolektif adalet, eşitlik ve emek onuruyla tanımlayan komünal bir perspektif. Kadıköy’ün çoğu zaman estetikle örtülen liberal konforu, Bayrampaşa’nın görünmeyen emek dünyasını görünmez kılar. Oysa görünmeyen her emek, görünmeyen bir sömürünün izidir. Avatar’ın antikapitalist eleştirisi tam burada güncellik kazanır. Filmde sömürgeci güç Pandora’yı yalnızca ele geçirmek istemez, onun anlamını da dönüştürmek ister. Tıpkı şehrin varoşlarında yaşayanların hayatlarının, kentin merkezindeki “yaşam tarzı söylemleri” tarafından ikincil hale getirilmesi gibi. Kapitalizm, sadece kaynaklara el koymaz, hayatın değerini de tanımlar. Bu nedenle Kadıköy’de “özgürlük hissi” üretilebilirken, Bayrampaşa’da “zorunluluk ve yük” imgeleri yeniden üretilir. Marksist bir çerçeveyle bakıldığında, bu fark bireysel tercihlerin değil, sınıfsal konumların ürünüdür. Kadıköy’ün kamusal alanları kültürel sermayenin dolaşım merkeziyken, Bayrampaşa emek gücünün yeniden üretildiği arka plandır. Metropol, estetiğin merkezine emeği koymadığı sürece, Avatar’daki sömürgeci mantık şehir hayatının en gündelik katmanlarında devam eder, görünmez işçiler, görünür vitrinler. Komünist düşüncenin önerdiği şey, bu ikiliği romantikleştirmek değil, onu çözmektir. Hayatı tüketime değil, dayanışmaya, rekabete değil, ortaklığa, sahip olmaya değil, paylaşmaya dayanan bir toplumsal örgütlenme. Kadıköy’ün kültürel dinamizmi Bayrampaşa’nın emek dünyasıyla birleştiğinde, ortaya yalnızca daha adil bir şehir değil, daha sahici bir insanlık ufku çıkar. Avatar’ın Pandora’sı bir masal değil, kapitalizmin dışındaki ihtimallerin sembolik bir işaretidir. Asıl soru şudur. Biz şehrimizi maden kolonisi gibi mi yaşayacağız, yoksa kolektif bir yaşam alanı olarak mı kuracağız? Cevap, gökyüzünde değil, atölyelerde, sokaklarda, evlerde ve insanların birbirleriyle kurduğu ilişkide gizlidir. Gerçeklik, yalnızca nerede yaşadığımızda değil, nasıl yaşadığımızdadır. Ve belki de asıl devrim, Kadıköy’ün vitrinlerinden değil, Bayrampaşa’nın sessiz avlularından başlar. Hayatı meta olmaktan çıkarıp, yeniden insanın eline teslim etmekle. Kadıköy ile Bayrampaşa arasındaki fark, yalnızca mekansal bir ayrışma değil, aynı zamanda tarihsel bir sınıf hafızasının farklı biçimlerde kristalleşmesidir. Kadıköy’ün sokaklarında serbestçe dolaşan kültürel semboller, çoğu zaman üretimden kopmuş bir yaşamın simgelerine dönüşür. Bayrampaşa’da ise semboller değil, zorunluluklar konuşur. Bir tarafta serbest zaman ekonomisi, diğer tarafta zamanı belirleyen üretim süreçleri vardır. Bu nedenle Kadıköy’de “kim olduğun”, Bayrampaşa’da ise “ne iş yaptığın” sorulur. Avatar’daki sömürgeci güç Pandora’yı yalnızca işgal etmez, oradaki yaşam biçimini de değersizleştirir. Aynı süreç modern şehirlerde, emek mekanlarının kültürel merkezler karşısında “ikinci sınıf alanlar” olarak tanımlanmasında yeniden üretilir. Bayrampaşa’daki bir atölye, kentin kültürel belleğinde çoğu zaman yer bulmaz, oysa orada üretilen emek, Kadıköy vitrinlerine hayat veren görünmez altyapıdır. Kapitalizm bu görünmezliği tesadüfen değil, sistemli olarak üretir. Emek görünmez kaldıkça sömürü sürdürülebilir olur. Felsefi olarak burada, insanın varoluş biçimi ile üretim ilişkileri arasındaki bağ ortaya çıkar. Kadıköy’de birey, kendisini tüketim pratikleri üzerinden tanımlar. Bayrampaşa’da ise üretim emeği üzerinden. Avatar’da Na’vi halkının kimliği, doğayla kurduğu kolektif bağda anlam kazanır. Oysa modern şehir insanının kimliği, çoğu zaman piyasayla kurduğu ilişkiyle ölçülür. Bu kopuş, insanın dünyayla olan ontolojik bağını zayıflatır. Komünist düşünce, bu kopuşu ortadan kaldırmayı, insanı yeniden emek ve toplulukla bütünleştirmeyi hedefler. Dayanışma yalnızca ekonomik değil, varoluşsal bir kavramdır, insanın yalnızca sınıfsal değil, insani bütünlüğünü de geri kazanmasını sağlar. Bayrampaşa’nın sokaklarında görülen kolektif destek pratikleri , komşuluk, paylaşım, karşılıklılık , kapitalizmin bireyci yaşam tasavvuruna karşı alternatif bir toplumsallık nüvesi taşır. Kadıköy ile Bayrampaşa’yı karşı karşıya koymak, iki mahallenin romantik veya moralist bir karşılaştırması değildir. Asıl mesele şudur. Bir şehirde kültür, emekle buluşuyor mu, yoksa ondan kaçıyor mu? Eğer kültür yalnızca tüketimle birleşiyorsa, Avatar’daki maden kolonisi ile farkımız yalnızca estetik düzeyde kalır. Fakat kültür emeğin onuruyla, dayanışmanın kolektif bilinciyle birleştiğinde, şehir kendi içinde özgürleştirici bir anlam kazanır. Avatar’ın Pandora’sı bir metafor olarak şunu öğretir. Bir toplumun gerçekliği, doğayla ve emekle kurduğu bağda saklıdır. Kadıköy’ün vitrinleri ile Bayrampaşa’nın atölyeleri arasında kurulan mesafe, yalnızca coğrafi değil, ideolojiktir. Bu mesafenin kapanması, bir tarafın diğerine dönüşmesiyle değil, her iki alanın eşit bir tarihsel ve insani değer kazanmasıyla mümkündür. Belki de asıl soru şudur. Şehir, insanı birbirinden ayıran bir duvar mı olacak, yoksa onu ortak bir kaderde buluşturan kolektif bir alan mı? Avatar’ın ormanları uzakta değil, her atölyede, her sokakta, her dayanışma anında saklıdır. Önemli olan, o ormanı görmek için gökyüzüne değil, birbirimizin yüzüne bakmayı öğrenmektir. Avatar’da kolonici güç, Pandora’nın ruhunu yok ederek toprağı yalnızca bir “kaynak alanı”na indirger. Modern şehir de aynı mantıkla çalışır. Bayrampaşa’daki atölye, Kadıköy’deki kafenin görünmez arka planında bir üretim birimine dönüşür, insan ise özne olmaktan çıkıp sisteme eklemlenmiş bir işlev haline gelir. Marx’ın yabancılaşma eleştirisi tam da burada somutlaşır. İnsan, ürettiği şeye, üretim sürecine, diğer insanlara ve nihayet kendisine yabancılaşır. Kadıköy’deki estetik düzen , sanat etkinlikleri, butik dükkanlar, konsept mekanlar — çoğu zaman bu yabancılaşmayı örter. Emek, kültürel tüketimle makyajlanır, sınıf gerçekliği sembollerle perdelenir. Bayrampaşa’da ise yabancılaşma görünür ve serttir. Yorulmuş bedenler, gece ışığında çalışan atölyeler, sürekli yetişmesi gereken siparişler. Bir mahalle, “yaşam tarzı” olarak pazarlanırken diğeri “lojistik alan” olarak kodlanır. Şehrin ideolojik haritası işte böyle çizilir. Engels’in kent eleştirisi, bu ayrışmayı tarihsel bir bağlama yerleştirir. Şehir, sermayenin mekansal örgütlenmesidir. Varlıklı alanlar, kültür ve konforla donatılırken, üretim alanları görünmezleştirilir, periferide tutulur. Bayrampaşa bu periferinin somut temsili, Kadıköy ise merkez figürüdür. Fakat ironik olan şudur. Merkezin varlığı, periferinin emeğine bağımlıdır, görünmez olan, aslında yaşamsal olanın ta kendisidir. Bookchin’in sosyal ekoloji yaklaşımı ise meseleye daha geniş bir perspektif kazandırır. Doğanın tahribi ile toplumdaki hiyerarşi ilişkileri iç içedir. Avatar’daki Pandora ormanının talanı, yalnızca ekolojik yıkım değil, toplumsal tahakkümün uzantısıdır. Bugünün şehirlerinde betonlaşma, rekabetçi bireycilik ve sınıfsal kopuş da aynı hiyerarşik zihniyetin ürünüdür. Kadıköy’de “özgür yaşam” söylemi üzerinden pazarlanan kültür, kimi zaman Bayrampaşa’da üretilen emeğin sessiz sömürüsü üzerine kuruludur. Özgürlük, mekansal ayrıcalığa dönüşür, eşitlik ise söylem düzeyinde kalır. Şehirdeki bu çelişki, insanın ruhunda da yankı bulur. Kadıköy’de birey, tüketim ile kimlik kurmaya yönlendirilir. Bayrampaşa’da insan, üretimin ağırlığı altında kimliğini savunmaya çalışır. Her iki durumda da insanı belirleyen şey, kapitalist düzenin kurduğu yapıdır. Oysa Na’vi halkının dünyasında kimlik, birlikte var olma bilinci üzerinden kurulur, yaşam, kolektif bağda anlam kazanır. Bu bağlamda asıl sorun, mahallelerin farklı olması değil, bu farklılığın eşitsizlik üreten bir sistem üzerinde kurulmuş olmasıdır. Bir mahalle “yaratıcı sınıfın sahnesi”ne dönüştürülürken, diğeri “minimum maliyetin üretim alanı”na indirgenir. Şehir, kolektif bir organizma olmaktan çıkar, sınıfsal bir ayrım haritasına dönüşür. Komünist düşünce, bu bölünmeye karşı bir karşı etik önerir. Emek görünür olacak, kültür sınıfa kapatılmayacak, dayanışma yalnızca romantik bir nostalji değil, somut bir toplumsal pratik haline gelecek. Çünkü özgürleşme, yalnızca bireysel alanlarda değil, ortak yaşamın yeniden inşasında mümkündür. Belki de asıl Pandora, biraz da burasıdır. Betonun altına gömülmüş emek hikayeleri, görünmez bırakılmış insanlar, birbirinden koparılmış mahalleler. Fakat tıpkı filmde olduğu gibi, gerçeklik bütünüyle karanlığa teslim değildir. Bayrampaşa’nın akşamüstü sokaklarında paylaşılan bir çay, komşular arasında kurulan sessiz dayanışma, kolektif varoluşun hala mümkün olduğunu hatırlatır. Şehrin kurtuluş ihtimali, tam da bu küçük ama dirençli anlarda saklıdır. Avatar’ın sunduğu en temel soru yeniden karşımıza çıkar. Biz dünyayı bir yaşam alanı olarak mı görüyoruz, yoksa çıkar alanı olarak mı? Kadıköy ile Bayrampaşa arasındaki fark, yalnızca iki semtin farkı değil, iki dünya tasavvurunun çatışmasıdır. Ve belki de bu çatışmanın çözümü, şehri yeniden ortak bir emek, ortak bir bilinç ve ortak bir kader mekanı haline getirebilmektedir. Aksi halde Pandora, yalnızca bir filmde değil, her gün yaşadığımız hayatın soğuk gerçekliğinde kaybolmaya devam edecektir.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |