
Siyaset bazen kelimelerle değil, kelimelerin ardına gizlenmiş niyetlerle konuşur. Son günlerde The Kyiv Independent’ta yer alan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in savunma bakanlığı toplantısında sarf ettiği sözleri aktaran metin, bu gerçeğin çarpıcı bir örneğidir. Bu yazı, yalnızca sert bir diplomatik kriz haberinden ibaret değildir, savaşın nasıl normalleştirildiğini, işgalin nasıl “tarih” kisvesiyle aklandığını ve özgürlüğün nasıl hoyratça çiğnendiğini gözler önüne seren bir metindir.
Putin’in Avrupa liderlerini “domuz yavruları” gibi insanlıktan çıkaran ifadelerle hedef alması, diplomatik bir gaf değil, bilinçli bir siyasal stratejidir. Tarih bize öğretmiştir. Hakaret, her zaman savaşın öncüsüdür. Karşı tarafı aşağılamak, onu konuşulabilir bir muhatap olmaktan çıkarmak, ardından gelecek şiddeti meşrulaştırmanın ilk adımıdır. Bu dil, barışı değil, korkuyu örgütler.
Metinde en tehlikeli cümle ise “tarihi toprakların özgürleştirilmesi” söylemidir. Çünkü bu ifade, emperyalizmin en eski ve en kanlı yalanıdır. “Tarih” burada bir hafıza değil, bir silaha dönüştürülmektedir. Oysa tarih, bugünün işgalini haklı çıkarmak için değil, geçmişte yapılan hataların tekrar edilmemesi için vardır. Bir ülkenin sınırlarını, bir halkın kaderini, yüzyıllar öncesinin imparatorluk haritalarıyla belirlemeye kalkmak, yalnızca adaletsizlik değil, açık bir zorbalıktır.
Ukrayna’dan Donetsk ve Luhansk’ın kontrolünü bırakmasının istenmesi, ordusunun sınırlandırılmasının dayatılması “barış” olarak sunuluyor. Oysa bu, barış değil teslimiyettir. Barış, bir halka “kendini savunma” hakkını yasaklayarak kurulmaz. Barış, tehditle masaya oturtularak sağlanmaz. Barış, ancak halkların iradesine saygı duyulduğunda mümkündür. Ukrayna halkının hepsinin karşı çıktığı bir dayatmayı, “diplomatik çözüm” diye pazarlamak, kelimelerin içini boşaltmaktır.
Putin’in benzersiz silahlardan, askeri üstünlükten söz etmesi ise aslında bir güç gösterisi değil, bir meşruiyet krizinin itirafıdır. Haklı olan, gücünü silah envanteriyle kanıtlamaya çalışmaz. Haklı olan, insanlığın vicdanında karşılık bulur. Tanklarla kurulan düzenler kalıcı olmaz, sadece daha derin yaralar bırakır.
Bu noktada şunu da açıkça söylemek gerekir: Batı’nın ikiyüzlü politikaları, NATO’nun yayılmacı geçmişi, ABD’nin savaş sicili elbette eleştirilmelidir. Ancak Batı’nın suçları, Rusya’nın işgalini haklı kılmaz. Emperyalizme karşı çıkmak, başka bir emperyalizmin arkasına dizilmek değildir. Özgürlükçü bir tutum, bloklar arasında taraf tutmak değil, halkların yanında durmaktır.
Savaşlar liderler tarafından ilan edilir, ama bedelini halklar öder. Ukraynalı çocuklar, Rus işçileri, Avrupa’daki yoksullar bu büyük satranç tahtasının piyonları değildir. Hiçbir “tarihi hak”, bir çocuğun hayatından daha değerli değildir.
Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey daha fazla silah, daha sert tehditler ya da daha yüksek sesli hakaretler değildir. İhtiyacımız olan, özgürlüğü merkeze alan bir siyasal ahlaktır. Toprakları değil, insanları esas alan bir barış anlayışıdır. Tankların sustuğu, halkların konuştuğu bir gelecek mümkündür, ama bu gelecek, savaş diline teslim olmayanların mücadelesiyle kurulacaktır.
Tarih bir gün bu dönemi yazdığında, kimlerin “tarihi topraklar” diyerek yıkımı kutsadığını, kimlerin ise özgürlüğü savunduğunu da yazacaktır. Ve her zamanki gibi şu gerçek değişmeyecektir. İmparatorluklar çöker, tanklar paslanır, ama halkların özgürlük talebi yaşamaya devam eder.